Sobamı tutuşturdum çalı çırpıyla . Sonra bir iki tezek yerleştirdim alev almış çalı çırpının üstüne. Çaydanlığı doldurdum, sobanın üstüne koydum. Çok geçmeden kaynadı. Çavımı demledim. Bir parça otlu peynir çıkardım. Bir parça yufka ekmeği kopardım. Sobanın üstünde onu da ısıttım . Güneş şimdi tam odamın iç indeydi. Otlu peynirimi, yufka ekmeğimi yer, çayımı içerken, bir gerçeği, küçük bir gerçeği, kendimin küçümencik bir gerçeğini saptadım ... Kafamı çelen haritalar, labirent desenleri, oklar yerin dibine! Artık çelmiyorlar kafamı. Kitaplar bile. Kitaplar da yerin dibine. Çayımı içiyorum. Peynirimden koparıyorum. Ve gerçeğimi, o anın gerçeğini söylüyorum: Hiçbir zaman umutsuzluktan bu kadar uzak olmamıştım. Yavaş yavaş ansıyordum, denizdeyken bir fırtına patladığında (burda, bu dağ başında artık itiraf edebilirim), umutsuzluğa kapıldığım olurdu: Ya atlatamazsak? Ya kurtaramazsam gemiyi? Fırtına, günler, geceler boyu sürerse? Ya makinalar istop ederse? Ve her seferinde, kur...