Sobamı tutuşturdum çalı çırpıyla . Sonra bir iki tezek yerleştirdim alev almış çalı çırpının üstüne.
Çaydanlığı doldurdum, sobanın üstüne koydum. Çok geçmeden kaynadı.
Çavımı demledim. Bir parça otlu peynir çıkardım. Bir parça
yufka ekmeği kopardım. Sobanın üstünde onu da ısıttım .
Güneş şimdi tam odamın iç indeydi.
Otlu peynirimi, yufka ekmeğimi yer, çayımı içerken, bir gerçeği, küçük bir gerçeği, kendimin küçümencik bir gerçeğini
saptadım ...
Kafamı çelen haritalar, labirent desenleri, oklar yerin dibine!
Artık çelmiyorlar kafamı.
Kitaplar bile.
Kitaplar da yerin dibine.
Çayımı içiyorum.
Peynirimden koparıyorum.
Ve gerçeğimi, o anın gerçeğini söylüyorum:
Hiçbir zaman umutsuzluktan bu kadar uzak olmamıştım.
Yavaş yavaş ansıyordum, denizdeyken bir fırtına patladığında
(burda, bu dağ başında artık itiraf edebilirim), umutsuzluğa
kapıldığım olurdu: Ya atlatamazsak? Ya kurtaramazsam gemiyi? Fırtına, günler, geceler boyu sürerse? Ya makinalar istop ederse? Ve her seferinde, kurtulduğumuza değil, batmadığımıza şaşardım. Utanmadan itiraf ediyorum bu korkuyu.
İlk kez burda. Bu dağ başında.
Önemli bir itiraftır bu, okuyucu, öyle okuyup geçme.
Birincisi, bir denizci için bu söylediklerim utanç vericidir. Bu
korkuyu bir kez duyanın artık denizi bırakması, kendine, karada, rahat bir yaşam seçmesi gerekir. Oysa ben, bu korkuyu
yaşadığım halde, devam ettim buraya düşene değin denizciliğe. İkincisi, en büyük, en korkunç itiraf, bir işkence altında
yapılan itiraf değildir, (çünkü işkence altındaki gerçek bir itiraf değildir) insanın kendi kendine, artık dayanamayıp yaptığı itiraftır.
İşte ben bunu yaptım. Denizde değil de karada,
böyle bir dağ başında yaptımsa itirafımı, anla ve bağışla beni
okuyucu.
Çünkü kazazede de bir insanoğludur.
Ama ben, bu itirafımla herşey gibi insanın da değişeceğini söylemiş oldum biraz da.
Burda, bu hiç tanımadığım insanlar, toplumsal, yerel ve ekonomik koşullar içinde, umutsuzluğu yendiğimi değil (hayır
böyle bir savım yok), bu umutsuzluktan kurtulduğumu söylüyorum. Belki daha önceleri birkaç kez battım da (her korku bir batma değil midir?) bunu, ancak hurda ansıdım ve böylece yendim korkuyu.
Yoksa, hurda beni çevreleyen insanlar mı yendi bendeki korkuyu, umutsuzluğu?
Bilmiyorum. (Gerçekte, o ya da bu, onlar ya da ben, pek önemi
yok. Olmaması gerek.)
Bildiğim, geceleri korkulu düşlere düşmeden uyumam. Kapımı, ne korkunun, ne umutsuzluğun çalması. Kendi durumum üstüne düşündüğümde, Senden daha talihsiz kazazedeler oldu, diyorum. Birçoğunun adını, serüvenlerini tüm denizciler bilir. Aralarında öyleleri vardır ki, en yiğit, en namuslu
denizciler oldukları halde, hain diye zindanlara atılıp çürütülmüşlerdir.
Kimileri ıssız bir adaya düşüp, hurda kendilerini kurtaracak
bir gemiyi beklemişlerdir. Issız adanın tüm doğal olanaklarından yararlanmışlar , ayakta kalmayı başarmışlar, ancak uzak tan geçen denizci kardeşlerine seslerini duyuramadıkları için
(ya da seslerini duyan, işaretlerini görenler, bunu bir düş olarak yorumlayıp, dümenlerini bu ıssız adaya kırmadıklarından),
yalnızlık içinde, umutsuzluk içinde gözlerini kapamışlardır
dünyaya.
Ben, hiç değilse insanların arasına düştüm.
Konuştukları dilden anlamıyorum,
doğal ve toplumsal koşulları, alışık olduğum koşullar değil.
Ama bir ıssız adada değilim.
Ama tek başıma bir ıssız adada değilim.
Bir zindana atılmadım.
Belirsiz bir suçtan işkence altında değilim.
İstemime karşı bir iş yapmaya zorlanmıyorum.
Cennette de değilim, kabul. Zaten orda olmayı ne düşündüm,
ne de istedim.
Ama cehennemdeyim de diyemem.
Açıkçası, bir kazazede için, iyi koşullar altındayım.
Sınıfım var. Öğrencilerim var.
Denizde değilim, kaptan değilim.
Öğretmen ve öğrenciyim.
Demek öğrenmem gereken şeyler varmış .
Tüm insanlar gibi.
Bu da bir mutluluk değil mi?
Koşullar ne olursa olsun
bu da bir mutluluk değil mi?
Bir ses, Artık kendini düşünmez gibisin, diyor.
Düşünüyorum, kendimi unutmadım, düşünüyorum, düşünüyorum, bu kez yalnız kendimi değil, tüm yaralıları, diyorum.
Sonra: Sen sus, iblisin sesi, diyorum.
Kimi yerde, kendi sesini bile yadsıması gerekebilir insanın.
Dayanası kalmadığı kendi sesini.
Sen ne dersin, güzel sesli okuyucum?
Ben, sanki yıllar süren derin dinlendirici bir uykudan uyanıp
gözlerimi yeni açmış, hem b öylesi derin bir uykuyu uyuyup dinlendiği için, hem uyandığı için mutlu (güneş gözlerimi kamaştırıyordu) bir insandım.
Dün gece gözünü kırpmayan ben değildim sanki.
Oturdum, bu coşkuyla, günün ilk dersine çalışmaya başladım.
Günün ilk dersi: Hayat Bilgisi.
Çocuklara, gökyüzünü, yıldızları, denizleri ve bunların oluşumunu anlatacaktım.
Kafamda tüm bilgilerimi tazeledim. Tümünü yerli yerine yerleştirdim. Dilimin en basit sözcüklerini
aradım.
Sonra bunların (sözcüklerin) yetersiz olacağını düşündüm.
Çocuklardan önce sınıfa girdim.Dün boyadığım kara tahtanın
üstüne kentten getirdiğim renkli tebeşirle, mavi denizler, beyaz bulutlar, yelkenliler çizdim.
Dünyayı çizdim yusyuvarlak ve turuncu.
Karaları çizdim. Akarsuları, ovaları.
Bunları hiç silmeyeceğim. Düşlerine girene ve çıkmayana değin.
Ellerimi çırptım.
Hadi bakalım çocuklar ders saati, okul açıldı.
Doluşuverdi çocuklar soğuk sınıfa.
Ama çok geçmeden kendiliğinden ısınıverdi oda.
Hadi bakalım yavrular, öğrenelim dünyamızın oluşumunu ve
ilk bilgisini hayatımızın.
Ferit Edgü / O /Bir Sabah İtirafı
Yorumlar