Ana içeriğe atla

Dere'nin Kaleminden CI '18 / "Bu Neyin Kafatası"






Mehmet Dere

BÖLÜM 1
En İyiyi Umut Et Ama En Kötüsüne Hazırlan


Türkiye’nin en değerli şairlerinden biri olan Küçük İskender’in sağlık durumunun son aşamaları ile temmuz ayında kendisiyle yapılan röportajın bende yarattığı yürek burkulması hala üzerimde.Üstadın  yukarıda alıntıladığım üç cümlesinin yankısı bende, imgesiz bir sessizlik altında yüreğimi duvardan duvara vurmaya devam ediyor. Nefessiz kalıyorum  ve kafamın göğsümün altında ezildiğimi hissediyorum .Eski bilgelerin dediği gibi “Eğer  söz gerçekten bir kalpten çıkmışsa mutlaka bir kalbe girer” Beklemenin ve karşılaşılabilmeye hazır olmanın anlamını belirsizce kavrıyordum. Kendime sakladığım, sığındım bir kaç şiirimi utana sıkıla okumaya ve yeniden cesaret edip bir şeyler karalamaya çalışıyorum.İsimsiz duyguları tariflemek ne kadar da zor. Sadece bir an kendi varlığımın yalnızlığı daha da görünür hale geliyor.

Üstad’ın kelimelerinde beni soluksuz bırakan bir şey var. Ülkü Tamer’in müthiş dizeleri gibi sanki “içime çektiğim hava değil gökyüzüydü”.Derin, ağır bir hüzün çöküyor içime. Ne de olsa vaktinde firar zaferdir. Bana etki eden  şeyi tam olarak tarif edemesem de hatırladıklarım şimdide yitirilmiş olan masum şeyler. Gitmeyen bu duygular hala çok insani karşıt duyguların çelişkilerini, düşüncelerimin çıkmazından süzmeme hala yardımcı olmakla meşguller.. Aniden Pessoa’nın şu cümlesinin tanıdık kucaklamasıyla karşılanıyorum.

Ben düşlediğim şeyle ,hayatın beni dönüştürdüğü şey arasında ki aralığım(2)

Sanırım Üstad, Pessoa gibi “bir hiç kimselik olma arzusu” içinde huzursuzluğu kalan-sığınacak tek liman olarak şiiri işaret etmekte. Şiir onu yazanlara değil ona ihtiyacı olanlara aittir ve yalnız kalbi vardı hüznü olanın. Bir başkasında yaşamak, bir başkası olarak yaşamak kadar kolay olmasada, yaratmak için yok olmak anlamını içinde taşır. Pessoa’da başka bir yaşam,Küçük İskender’de son bir söz.

Şairin kendisi dışarıda değilde içeride bir yerde onu sürekli takip eden bir ötekilikle çerçevelenmiyor mu?Bu cümlede özne olarak şiirin kendisini de koyabiliriz. Biz sanatçılar olarak en nihayetinde bize dokunanı dokuyan varlıklar değil miyiz? Küçük İskender ilgili röportajında son sözüm olarak  nitelediği vasiyet dış dünyadan soyutlanmış, içerde yaşamanın kırılgan kesafetinin sonucu olarak bize bir çok şeyi özetliyor. Söylenemeyen şeylerin dilsizliğini ve bulunduğumuz dünyada kaybolmanın yasının acısı.

Artık bu acının tadını dudaklarında hisseden gönüllerle karşılaşamıyoruz. Sığınabileceğimiz limanlar ,yani gönüller artık kalmadı(inanın kalmamış gibi demeyi isterdim) siz isterseniz buna  ortak akıl,vicdan,irfan vs. de diyebilirsiniz.Kısaca tek cümle ile özetlemek gerekirse artık tam anlamıyla “vuslat hicrandan beter”.

Türkiye’nin siyasi ve ekonomik değer krizinin geldiği noktada kullanılan hamaset dilinin çok büyük rolü var.Bu dil ne yazik ki kalbi ve aklı lime lime parçaladı .Artık kafa ve gövde birleştirilemeyecek denli uzak.Sahip olmaya/korunmaya çalışılan  ortak değerler anlamında  “empatinin”, “ötekinin”, “vicdanın” yani çok sesliliğin ortak bir noktada bulaşabileceği irfan paydasının tükendiğini artık iliklerimize kadar hissediyoruz.Sırf insan olarak kalabilmenin daha doğrusu insan kalabilme çabasının maliyeti her gün artmakta.

Sanatçı bugün her zamankinden daha fazla kaybeden olmak zorunda. Sanatın gücünün güçsüzlüğünden yani kırılganlığından, kırılganlığının ise yenilgilerinden kaynaklandığını/beslendiğini eğer hala bir yerlerde düşünülüyorsa. Psikanalist D.W.Winnicot sanatsal yaratı ve gerçeklik ilişkisinde çift yönlü iletişim talebi veya telepsizliği  arasında sanatçının üzerinde oluşturduğu basınçtan bahsederken tam olarak bundan söz etmektedir. Kişi kendinden okur ve kendinden kaçar. Bazen kendini anlamak için yabancılaşır.



Sanatın sağaltıcı özelliğini savunmam size romantik veya modernist bir okuma gibi görülebilir. Bu gerçekliğin içinde korkudan tümüyle korunabileceği anlamlı bir gerçeklik yaratma gücünün sadece sanata düşmesi bu romantik muammanın kaderi değil mi? Kaybettiğimiz şeyin asla sahip olamayacağını bildiğimiz bir fedakarlık duygusu olduğunu keşfettiğimizde elimizde başka ne kaldı diye sormanın bir anlamı olduğunu sanmıyorum.Bu yaralar eğer sanatçının sermayesini oluşturmuyorsa ona ne ad verebiliriz ki?

BÖLÜM 2
Bu Neyin Kafatası?

Başlangıçta Contemprorary 2018 ile ilgili olarak  böyle negatifmiş gibi görünen bir giriş yapmak istemezdim fakat kanımca “ayrımlar bağlamı paranteze daha iyi alabilmek için” gereklidir.Nereden konuştuğunuz nerede durduğunuzu belirler.

Bir sanatçı olarak olumlu veya olumsuz kaydettiğim, zaten herkesin bildiği bazı deneyimlerin altını çizmek ve sizinle paylaşmak istiyorum. İçinde bulunduğumuz zaman ve Türkiye’de son dönemlerde  yaşadığımız ekonomik krizin tüm ahlaki ve estetik  alanda yarattığı değer krizi anlamında ‘vasatın kutsallaştırılması’,fuar kapsamında ne yazik ki güncel sanat alanı adı altında gösterilen bir çok işte yansımasını gösteriyor.Sanat eserinin nitelikli eleştirinin azlığı ve entellektüel kamuoyunun sanat piyasasına bağlı  konumu her şey gibi fuarıda etkilemekte.

Bir sanatçı açısından fuar deneyimi garip bir yabancılaşmayı –ötekileşmeyi barındırır. Çağdaş Sanat Fuarları bilindiği gibi birbirini kabul etmeyen biraradalıkların kendisiyle uğraştığı bir “polemik” kavramının mekanıdır. Bu mekan  sanat ile sanat olmayan  arasındaki çizginin bir  alışveriş oyunu , elit bir eğlence  ile kitle kültürü  arasına sıkışmış bir modernlik deneyimi sunar. Bu oyununun izleyicileri olan herkes (kendilerinin bilmese bile) tükettikleri  tek şey olan ‘çağdaş ' kavramının çılgınca tüketiminin ya ortasında  ya da kendilerini özerk bir gerçeklik olarak sanat  fikrini sonuna kadar sömüren bir  ‘tercih özgürlüğü’ içinde bulunurlar.


CI 2018 hala eksiklikleri olan ,her ne kadar üstü örtük biçimde  işin “profesyonelleri” tarafından bir fuar olarak kabullenilemez olarak nitelenmesine rağmen sadece sanat eseri satın almak için katılım gösteren kolleksiyonerler için değil, yerli-yabancı tüm izleyicilerinin aynı anda bir çok sanatçının eserlerinin bir arada görme imkanı sunan türkiyenin en kamusal ve fazla katılımı olan sanat olayı.

CI 2018’nin misyonlarından en önemlisi  Türk Çağdaş Sanatının uluslar arası anlamda tanınırlığı-görünürlüğün artması ve buna bağlı olarak sanatçı-galeri ve kolleksiyonerler arasında bir köprü olarak cazip bir merkez hale gelmesini amaçlanan bir misyonun yıllardır temsil etmekte.Türkiye’de geçmişte kısa da olsa ikinci bir fuar deneyimi yaşadı. Haliç kongre merkezinde gerçekleşen Art-international İstanbul fuarı;  uluslarası sanat arenasında görünürlülüğü amaçlayan  ciddi bir rakip olma anlamında Contemprorary İstanbulu tetikledi.Bugün ekonomik-politik nedenlerle kısa ömürlü olan Artinternational İstanbul fuarının bir rakip olarak oluşturduğu boşluğun eksikliğini hala hissediyoruz.

Bu sene CI 2018 fuarında sanat insiyatiflerinin eksikliği ve sanat aktörlerinin tartışılabilir demokratik bir ortamda Türkiye’de sanatın önündeki problemleri ve olabilirliklerini üzerine bir araya gelinebilen tartışma platformuna daha çok ihtiyacımız vardı,ne yazik ki bu sene ki fuarda bunu göremedik.
Ölümsüzlük Odası - Ahmet Güneştekin

Fuar gerçekliğine baskı kuran unsur bize fuarın girişinde semptomatik bir okumayla kendini açıyor.Ahmet Güneştekin’in girişte izleyicilere “Bu Neyin kafatası” dedirten Ölümsüzlük Odası adıyla sergilenen  kafataslarından oluşan işinin bizi karşılaması bir komedi-trajedi arasında bir yerlerde kendini var ediyor.Baudrillard’ın ifade ettiği gibi “Pornolaşmış bir dünyada pornonun ne anlamı olabilir”?Mimesis evreninden sürülmüş bizler artık simulakrum çağında yaşıyoruz.İnsan sormadan edemiyor.Kafataslarından oluşan bu devasa post-prodüksiyon bu formun içine hapsedildiği ruh acaba nereden beslendi? Sanat bu çalışmada hangi ‘için’lere gebe kaldı?Sanat eğer bize gerçeği tutkuyla  sevdiren şey ise bu çalışma acaba hangi gerçeğin  duyulur olmasına hizmet ediyor?Bu ve benzeri işlere insan sormadan edemiyor; Bu Neyin Kafatası?

Burada sorularımın akli değil hissi olduğu lütfen okuyucunun dikkatinden kaçmasın.


Eleştiri şeylerin oldukları gibi olmadığını söyleme meselesi değildir.Eleştiri bizim kabul ettiğimiz pratiklerin ne tür varsayımlar üzerine hangi tür bildik meydan okunmamış,üzerinde düşünülmemiş düşünce biçimleri üzerine oturduğunu gösterme meselelesidir.” (3)



Bu anlamda  sanatsal eleştirinin işlevi  yapıtın  ne anlama geldiğini göstermek değil  nasıl o şey olduğunu,hatta  bu anlamda onun sadece nasıl o şey olduğunu gösterme meseledir. En doğru eleştiri bugün eşine az rastlanır derecede nadir olsa da  içerik(anlam) sorunlarını  formun sorunlarını iç içe tutan eleştiri türüdür.




Görünmenin ve göstermenin “olma”nın önüne geçtiği bir estetik yıkım çağında olduğumuz düşünülürse bunları dert etmenin konuşmanın saçmalığı ne yazik ki muhatap bulamamakla ortaya çıkmakta. İnsan böylesine önkabullerle dolu bir dünyanın gürültüsünü taşıyan bir metni asla okuyamaz! Sonuç olarak insan artık kendini duyamaz hale gelir. Susan Sontag sanatçı için sessizliği bir çeşit meditasyon bölgesi , ruhsal tekamül ve olgunlaşma için tariflerken sanatçıyı konuşma hakkını kazanma ile sonuçlanan örnek bir çilekeş konumunda değerlendirmesi bu anlamda tesadüf  değildir.

Sanatın temel problemi bu anlamda cisimleşmedir; Anlam, form ve bu ikisinin bir beden haline gelme durumu olan cisimleşme yani “Embodiment” meselesi. Ben ne yazık ki bu ve bunun gibi işlerin bana ne anlatığıyla ilgilenmiyorum çünkü nasıl anlattığının bana dokunan bir tarafı bende namevcut. Ana kural her zaman şudur; Ne söylediğin nasıl söylediğinden ayrılamaz.Sanatın ya da estetik deneyimin doğası;  salt sanat nesnesinin içinde yer alan “bir şeymiş gibi görünmesine rağmen bir şeyin bilgisinden ziyade bizim duyularımızın tepkilerimizin ürünü olan bir yanılsama ile kurulur.Uyum bu yanılsamanın bütünlüğünde gerçekleşir.Geriye kalan tek şey şiirdir.Poetika ve politikanın ortak zemini birleşir, görünmez bir iletişim ile duyulur hale gelir.

Bliz-aard Ball Sale - David Hammons

Bu ve benzeri post-prodüksiyon işleri her gördüğümde aklıma David Hammons’a ait “Kartopu Satıcısı” adlı meşhur yapıtı geliyor. Kendi yolunda yürüyen ve kendine varan tek sermayesi derdi olan mütevaziliğin kendisi.Kesinliğin verdiği hazdan feragat eden ve  bu dünyada geri kalan tek şeyin sevmeyi tekrar tekrar öğrenmek zorunda olduğumuzu duyumsatan bir kalbin bilinci.

Kalbinden başka yeri olmayan vurulacak. (4)



1)Şiire iltica edin, son sözüm de bu olsun


2)  Pessoa Fernando Huzursuzluğun Kitabı syf.111).
3) Michel Foucault Practicing criticism s.154
4) İsmet Özel Bir Yusuf Masalı,
















x

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

The Language Habitat: an Ecopoetry Manifesto

The Language Habitat: an Ecopoetry Manifesto By James Engelhardt Ecopoetry is connection. It’s a way to engage the world by and through language. This poetry might be wary of language, but at its core believes that language is an evolved ability that comes from our bodies, that is close to the core of who we are in the world. Ecopoetry might borrow strategies and approaches from postmodernism and its off-shoots, depending on the poet and their interests, but the ecopoetic space is not a postmodern space. An ecopoem might play with slippages, but the play will lead to further connections. Ecopoetry does share a space with science. One of the concerns of ecopoetry is non-human nature (it shares this concern with the critical apparatus it borrows from, ecocriticism). It certainly shares that concern with most of the world’s history of poetry: How can we connect with non-human nature that seems so much more, so much larger than ourselves? How can we understand it? One way

Art in İsolation Online Exhibition / Santa Clarita

Art in İsolation Exhibition Virtual  Link

Satın Alınamayan Ortak Kader “Yeni Normal”

Yeni normal.Şu günlerde oldukça duyduğumuz bu kavram  tuhaf ve ıssız olan bir uzamda huzursuzluğun kaygıya doğru  birleşme yarattığı noktada var olmakta.İçimizde bulunduğumuz gerçeklik şimdilerde böyle tarif ediliyor.Acaba gerçekten böyle mi? Yeni ve normal mi?Yeni olan gerçeklik acaba normalleştirici mi?  Bugünlerde çoğu insan nasıl normalleşeceğimiz konusunda tartışıyor, kakafonik tarzda bu tartışmalar hiçbir  şeyin eskisi gibi olmayacağını ifade eden gürültülü haber bültenlerine yakın benzerlikte yorumlarla beraber buharlaşıyor.Aslında anlamların, kavramların,temsillerin ağına yakalanan  vahşi anlamsız  bedenler olduğumuz gerçeği (Erasmusvari tabiriyle bir  “homo bulla”)ile karşı karşıyayız.Bunun yanı sıra insan hayatında korku ve izalosyonun tam ortasındayken derin ve olumlu bir değişim olabileceği inancıyla uyanıyoruz.Kapitalizmin rasyonalitesi ve şiddetli sonuçları olan ırkçılık, cinsiyetçilik ve eşitsizlikle karşı karşıya kalan insanlar olarak kendi “elleriyle” işledikler