Mehmet Dere
BÖLÜM 1
En İyiyi Umut Et Ama En Kötüsüne Hazırlan
Türkiye’nin en değerli
şairlerinden biri olan Küçük İskender’in sağlık durumunun son aşamaları ile
temmuz ayında kendisiyle yapılan röportajın bende yarattığı yürek burkulması
hala üzerimde.Üstadın yukarıda
alıntıladığım üç cümlesinin yankısı bende, imgesiz bir sessizlik altında yüreğimi
duvardan duvara vurmaya devam ediyor. Nefessiz kalıyorum ve kafamın göğsümün altında ezildiğimi
hissediyorum .Eski bilgelerin dediği gibi “Eğer söz gerçekten bir kalpten çıkmışsa mutlaka bir
kalbe girer” Beklemenin ve karşılaşılabilmeye hazır olmanın anlamını
belirsizce kavrıyordum. Kendime sakladığım, sığındım bir kaç şiirimi utana
sıkıla okumaya ve yeniden cesaret edip bir şeyler karalamaya çalışıyorum.İsimsiz
duyguları tariflemek ne kadar da zor. Sadece bir an kendi varlığımın yalnızlığı
daha da görünür hale geliyor.
Üstad’ın kelimelerinde
beni soluksuz bırakan bir şey var. Ülkü Tamer’in müthiş dizeleri gibi sanki
“içime çektiğim hava değil gökyüzüydü”.Derin, ağır bir hüzün çöküyor içime. Ne
de olsa vaktinde firar zaferdir. Bana etki eden şeyi tam olarak tarif edemesem de hatırladıklarım
şimdide yitirilmiş olan masum şeyler. Gitmeyen bu duygular hala çok insani
karşıt duyguların çelişkilerini, düşüncelerimin çıkmazından süzmeme hala
yardımcı olmakla meşguller.. Aniden Pessoa’nın şu cümlesinin tanıdık
kucaklamasıyla karşılanıyorum.
Ben düşlediğim şeyle
,hayatın beni dönüştürdüğü şey arasında ki aralığım(2)
Sanırım Üstad, Pessoa
gibi “bir hiç kimselik olma arzusu” içinde huzursuzluğu kalan-sığınacak tek liman
olarak şiiri işaret etmekte. Şiir onu yazanlara değil ona ihtiyacı
olanlara aittir ve yalnız kalbi vardı hüznü olanın. Bir başkasında
yaşamak, bir başkası olarak yaşamak kadar kolay olmasada, yaratmak için yok
olmak anlamını içinde taşır. Pessoa’da başka bir yaşam,Küçük İskender’de son
bir söz.
Şairin kendisi
dışarıda değilde içeride bir yerde onu sürekli takip eden bir ötekilikle
çerçevelenmiyor mu?Bu cümlede özne olarak şiirin kendisini de koyabiliriz. Biz
sanatçılar olarak en nihayetinde bize dokunanı dokuyan varlıklar değil miyiz? Küçük
İskender ilgili röportajında son sözüm olarak
nitelediği vasiyet dış dünyadan soyutlanmış, içerde yaşamanın kırılgan kesafetinin
sonucu olarak bize bir çok şeyi özetliyor. Söylenemeyen şeylerin dilsizliğini ve
bulunduğumuz dünyada kaybolmanın yasının acısı.
Artık bu acının tadını
dudaklarında hisseden gönüllerle karşılaşamıyoruz. Sığınabileceğimiz limanlar
,yani gönüller artık kalmadı(inanın kalmamış gibi demeyi isterdim) siz
isterseniz buna ortak akıl,vicdan,irfan
vs. de diyebilirsiniz.Kısaca tek cümle ile özetlemek gerekirse artık tam
anlamıyla “vuslat hicrandan beter”.
Türkiye’nin siyasi ve ekonomik
değer krizinin geldiği noktada kullanılan hamaset dilinin çok büyük rolü var.Bu
dil ne yazik ki kalbi ve aklı lime lime parçaladı .Artık kafa ve gövde
birleştirilemeyecek denli uzak.Sahip olmaya/korunmaya çalışılan ortak değerler anlamında “empatinin”, “ötekinin”, “vicdanın” yani çok
sesliliğin ortak bir noktada bulaşabileceği irfan paydasının tükendiğini artık
iliklerimize kadar hissediyoruz.Sırf insan olarak kalabilmenin daha doğrusu
insan kalabilme çabasının maliyeti her gün artmakta.
Sanatçı bugün her
zamankinden daha fazla kaybeden olmak zorunda. Sanatın gücünün güçsüzlüğünden
yani kırılganlığından, kırılganlığının ise yenilgilerinden kaynaklandığını/beslendiğini
eğer hala bir yerlerde düşünülüyorsa. Psikanalist D.W.Winnicot
sanatsal yaratı ve gerçeklik ilişkisinde çift yönlü
iletişim talebi veya telepsizliği arasında sanatçının üzerinde oluşturduğu basınçtan
bahsederken tam olarak bundan söz etmektedir. Kişi kendinden okur ve kendinden
kaçar. Bazen kendini anlamak için yabancılaşır.
Sanatın sağaltıcı özelliğini
savunmam size romantik veya modernist bir okuma gibi görülebilir. Bu
gerçekliğin içinde korkudan tümüyle korunabileceği anlamlı bir gerçeklik
yaratma gücünün sadece sanata düşmesi bu romantik muammanın kaderi değil mi? Kaybettiğimiz
şeyin asla sahip olamayacağını bildiğimiz bir fedakarlık duygusu olduğunu
keşfettiğimizde elimizde başka ne kaldı diye sormanın bir anlamı olduğunu
sanmıyorum.Bu yaralar eğer sanatçının sermayesini oluşturmuyorsa ona ne ad
verebiliriz ki?
BÖLÜM 2
Bu Neyin Kafatası?
Başlangıçta
Contemprorary 2018 ile ilgili olarak
böyle negatifmiş gibi görünen bir giriş yapmak istemezdim fakat kanımca
“ayrımlar bağlamı paranteze daha iyi alabilmek için” gereklidir.Nereden konuştuğunuz
nerede durduğunuzu belirler.
Bir sanatçı olarak
olumlu veya olumsuz kaydettiğim, zaten herkesin bildiği bazı deneyimlerin
altını çizmek ve sizinle paylaşmak istiyorum. İçinde bulunduğumuz zaman ve Türkiye’de son
dönemlerde yaşadığımız ekonomik krizin
tüm ahlaki ve estetik alanda yarattığı
değer krizi anlamında ‘vasatın kutsallaştırılması’,fuar kapsamında ne yazik ki
güncel sanat alanı adı altında gösterilen bir çok işte yansımasını gösteriyor.Sanat
eserinin nitelikli eleştirinin azlığı ve entellektüel kamuoyunun sanat
piyasasına bağlı konumu her şey gibi
fuarıda etkilemekte.
Bir sanatçı açısından fuar
deneyimi garip bir yabancılaşmayı –ötekileşmeyi barındırır. Çağdaş Sanat Fuarları bilindiği gibi
birbirini kabul etmeyen biraradalıkların kendisiyle uğraştığı bir “polemik”
kavramının mekanıdır. Bu mekan sanat ile
sanat olmayan arasındaki çizginin bir alışveriş oyunu , elit bir
eğlence ile kitle kültürü arasına sıkışmış bir modernlik deneyimi
sunar. Bu oyununun izleyicileri olan herkes (kendilerinin bilmese bile)
tükettikleri tek şey olan ‘çağdaş ' kavramının çılgınca
tüketiminin ya ortasında ya da
kendilerini özerk bir gerçeklik olarak sanat fikrini sonuna kadar sömüren
bir ‘tercih özgürlüğü’ içinde bulunurlar.
CI 2018 hala
eksiklikleri olan ,her ne kadar üstü örtük biçimde işin “profesyonelleri” tarafından bir fuar
olarak kabullenilemez olarak nitelenmesine rağmen sadece sanat eseri satın
almak için katılım gösteren kolleksiyonerler için değil, yerli-yabancı tüm
izleyicilerinin aynı anda bir çok sanatçının eserlerinin bir arada görme imkanı
sunan türkiyenin en kamusal ve fazla katılımı olan sanat olayı.
CI 2018’nin
misyonlarından en önemlisi Türk Çağdaş
Sanatının uluslar arası anlamda tanınırlığı-görünürlüğün artması ve buna bağlı
olarak sanatçı-galeri ve kolleksiyonerler arasında bir köprü olarak cazip bir
merkez hale gelmesini amaçlanan bir misyonun yıllardır temsil
etmekte.Türkiye’de geçmişte kısa da olsa ikinci bir fuar deneyimi yaşadı. Haliç
kongre merkezinde gerçekleşen Art-international İstanbul fuarı; uluslarası sanat arenasında görünürlülüğü
amaçlayan ciddi bir rakip olma anlamında
Contemprorary İstanbulu tetikledi.Bugün ekonomik-politik nedenlerle kısa ömürlü
olan Artinternational İstanbul fuarının bir rakip olarak oluşturduğu boşluğun
eksikliğini hala hissediyoruz.
Bu sene CI 2018 fuarında sanat
insiyatiflerinin eksikliği ve sanat aktörlerinin tartışılabilir demokratik bir
ortamda Türkiye’de sanatın önündeki problemleri ve olabilirliklerini üzerine
bir araya gelinebilen tartışma platformuna daha çok ihtiyacımız vardı,ne yazik
ki bu sene ki fuarda bunu göremedik.
Ölümsüzlük Odası - Ahmet Güneştekin |
Fuar gerçekliğine baskı kuran
unsur bize fuarın girişinde semptomatik bir okumayla kendini açıyor.Ahmet Güneştekin’in
girişte izleyicilere “Bu Neyin kafatası” dedirten Ölümsüzlük Odası adıyla
sergilenen kafataslarından oluşan işinin
bizi karşılaması bir komedi-trajedi arasında bir yerlerde kendini var ediyor.Baudrillard’ın
ifade ettiği gibi “Pornolaşmış bir dünyada pornonun ne anlamı olabilir”?Mimesis
evreninden sürülmüş bizler artık simulakrum çağında yaşıyoruz.İnsan sormadan
edemiyor.Kafataslarından oluşan bu devasa post-prodüksiyon bu formun içine
hapsedildiği ruh acaba nereden beslendi? Sanat bu çalışmada hangi ‘için’lere
gebe kaldı?Sanat eğer bize gerçeği tutkuyla sevdiren şey ise bu çalışma acaba hangi gerçeğin
duyulur olmasına hizmet ediyor?Bu ve
benzeri işlere insan sormadan edemiyor; Bu Neyin Kafatası?
Burada sorularımın akli değil
hissi olduğu lütfen okuyucunun dikkatinden kaçmasın.
“Eleştiri şeylerin oldukları gibi
olmadığını söyleme meselesi değildir.Eleştiri bizim kabul ettiğimiz pratiklerin
ne tür varsayımlar üzerine hangi tür bildik meydan okunmamış,üzerinde
düşünülmemiş düşünce biçimleri üzerine oturduğunu gösterme meselelesidir.” (3)
Bu anlamda sanatsal eleştirinin
işlevi yapıtın ne anlama geldiğini göstermek değil nasıl o şey olduğunu,hatta bu anlamda onun sadece nasıl o şey olduğunu
gösterme meseledir. En doğru eleştiri bugün eşine az rastlanır derecede nadir
olsa da içerik(anlam) sorunlarını formun sorunlarını iç içe tutan eleştiri
türüdür.
Görünmenin ve göstermenin
“olma”nın önüne geçtiği bir estetik yıkım çağında olduğumuz düşünülürse bunları
dert etmenin konuşmanın saçmalığı ne yazik ki muhatap bulamamakla ortaya
çıkmakta. İnsan böylesine önkabullerle dolu bir dünyanın gürültüsünü taşıyan bir
metni asla okuyamaz! Sonuç olarak insan artık kendini duyamaz hale gelir. Susan
Sontag sanatçı için sessizliği bir çeşit meditasyon bölgesi , ruhsal tekamül ve
olgunlaşma için tariflerken sanatçıyı konuşma hakkını kazanma ile sonuçlanan
örnek bir çilekeş konumunda değerlendirmesi bu anlamda tesadüf değildir.
Sanatın temel problemi bu anlamda
cisimleşmedir; Anlam, form ve bu ikisinin bir beden haline gelme durumu olan
cisimleşme yani “Embodiment” meselesi. Ben ne yazık ki bu ve bunun gibi işlerin
bana ne anlatığıyla ilgilenmiyorum çünkü nasıl anlattığının bana dokunan bir
tarafı bende namevcut. Ana kural her zaman şudur; Ne söylediğin nasıl
söylediğinden ayrılamaz.Sanatın ya da estetik deneyimin doğası; salt sanat nesnesinin içinde yer alan “bir
şeymiş gibi görünmesine rağmen bir şeyin bilgisinden ziyade bizim duyularımızın
tepkilerimizin ürünü olan bir yanılsama ile kurulur.Uyum bu yanılsamanın
bütünlüğünde gerçekleşir.Geriye kalan tek şey şiirdir.Poetika ve politikanın
ortak zemini birleşir, görünmez bir iletişim ile duyulur hale gelir.
Bu ve benzeri post-prodüksiyon
işleri her gördüğümde aklıma David Hammons’a ait “Kartopu Satıcısı” adlı meşhur
yapıtı geliyor. Kendi yolunda yürüyen ve kendine varan tek sermayesi derdi olan
mütevaziliğin kendisi.Kesinliğin verdiği hazdan feragat eden ve bu dünyada geri kalan tek şeyin sevmeyi tekrar
tekrar öğrenmek zorunda olduğumuzu duyumsatan bir kalbin bilinci.
Kalbinden başka yeri olmayan vurulacak. (4)
1)Şiire iltica edin, son sözüm de bu olsun
2)
Pessoa Fernando Huzursuzluğun Kitabı syf.111).
3) Michel Foucault Practicing criticism
s.154
4)
İsmet Özel Bir Yusuf Masalı,
x
Yorumlar