GÖRÜNMEZ HİKAYELERİ TOPLAMAK
İzmir’deki atölyesinde ve 49 A’da Mehmet Dere’yle
buluştuk. Biraz “Tek Cümlelik Hakikatleri” biraz “ Görünmez Hikayeleri
Toplamayı” ve çokça da “Siyah
Hakikatleri ve Beyaz Yalanları” konuştuk.
Şu anda okumakta olduğunuz yazıyı yazmaya başlamadan
önce üniversitedeki odamda, gelen elektronik postalarıma bakıyordum. Bir
arkadaşım “Calipso Kralı Metin Ersoy – Herşey Berbad” videosu göndermiş. Sabah
sabah bir dans müziği etkisi altında “grevden, kardeşin kardeşi vurmasından ve
her şeyin berbad” olmasından bahseden bir şarkıyı dinliyorum. Gülsem mi ağlasam
mı bilemiyorum. Mehmet Dere’nin 2011’de RAMPA’da gerçekleştirdiği sergisinin
“Ne Gülüyorsun? Bu senin hikayen”
başlığı neonlarla yazılmış bir biçimde gözümün önünde yanıp sönerken
arkada calipso ritimlerinin neşesi. Şaka gibi. Ama değil. 1970’lere ait bu
şarkı, traji komikliğin en kristalize hallerinin görülebildiği bir coğrafyada
yaşadığımı bir kez daha, yüksek bir tonda hatırlatıyor. Mehmet’in
çalışmalarının çoğu zaman bizi tuhaf, rahatsız eden bir tebessümle baş başa
bırakmasına benziyor. Alan İstanbul’da “Social Animals” (2013) sergisinde yer
alan “Sofra” yı, RAMPA’da sergilenen “100 Ünlü Türk”(2011) seçkisini
düşünüyorum. Bu bir zamanlar dillere pelesenk olmuş güldürürken düşündürmek
hikayesi değil. Burada, tam da böyle bir ruh aralığında olmamın nedeni sadece
söylem değil. Öyle olsaydı sadece kelimeleri hatırlardım, başlıkları. Oysa
kelimelerden önce imgeler geliyor. Kara kalem desenler, portreler ve üzerine
yerleştirildikleri duvar kağıdı. Bir yazının fontu ve duvardaki sessiz ama
şiddetli kelime; Ressentiment (Hınç). Tek başına bu kelimenin imgesi bile,
bütün tartışmalara açık, kimilerince taraflı okunmaya bile müsait. Güne
başlarken dinlediğim şarkıyı hatırlıyorum ve bütün bu tartışmalardan hızla
uzaklaşıyorum.
İzmir’in
merkezine biraz uzak bir mahallede, küçük bir atölyedeyim. Atölyeye girer
girmez birçok çayın harmanından oluşmuş, güzel bir çay kokusu. Mehmet için iyi
çayın da iyi bir kültürel coğrafyanın da iyi harmanlamadan geçtiğini biliyorum.
Çalışmalarında, bu farklı kültürel karışımların imge ve söylemlerini bir araya
getiriyor. Sorularıma geçmeden önce kısa bir sohbet ediyoruz, daha doğrusu
kısaltıyoruz sohbeti, bu yakınmaların sonu gelmez diyoruz. Yaşama dair kaygılardan,
bu coğrafyada sanatçı olmaktan, bu coğrafyada sanat eleştirisi yapmaktan, sanat
piyasasının iktidarından konuşuyoruz. Sanat kurumlarının, sanat piyasasının
iktidarına ilişkin eleştirel bir söylem geliştirirken, bütün bu dinamiklerin
çatallandığı İstanbul sanat piyasasında var olmak diyorum. Gönül işi bu, sokağı
yakalayıp, üretmek diyor. Politik düşünme egzersizlerini yapabildiği, var oluşa
dair sorularını sorabildiği demokratik bir alan olarak sanatı görüyor.
1960’ların en radikal sanatı olan kavramsal sanatın, kültür endüstrisinin en
kolay içine aldığı sanat formu haline gelmesinden, kurum eleştirisinin bizzat
kurumlaşmasından bahsediyorum. “Mutlak Dışarısı”nın yokluğunda hala eleştirel
bir sanat formundan söz edilebilir mi diye hem kendime hem de ona soruyorum.
Mehmet bizim Modernlik deneyimlerimizin yarılmalarından, farklılıklarından
bahsediyor. Ben de modernitenin çok parçalı hallerinden, gel-gitlerinden
konuşuyorum. Tekrar tekrar düşünülecek, sorgulanacak ve üretilecek o kadar çok
şey var ki. Sanat soru sorma ediminin özgür alanı. Sonunda, söyleme dair olanın
estetik kaygıdan arındırılmamış olanla yaptığı kesişim kümesinde birleşiyoruz.
Atölyedeki kara kalem desenler, küçük karalamalar ve yanlarına alınmış notlar
sessizce bizi onaylıyor.
“Görünmez hikayeleri toplamak” üzere eskicilerden
alınmış nesneler, belgeler, fotoğraflar var, atölyede. Mehmet “aslında sen
altını çizdiğin cümlelerin tümüsün” diyor ve bu nedenle altını çizdiği
imgeleri, nesneleri bir araya getiriyor. “Invisible Stories” başlıklı, biraz
günce tutmaya benzeyen ve halen devam eden bir çalışmanın karşılığı; görünmez
hikayeleri toplamak. Aynı anda devam eden birkaç projeyi birlikte üretiyor.
Aslında bütün bu projeler onun kendisinden, yaşantısından, duyumsadıklarından,
düşündüklerinden ayrı değil. 49A’daki “Black Truths White Lies” adlı sergisinde
bu yaşantı izlerinin görsel imgelerde kendi nefes alma alanlarını kurduğuna
tanık oluyoruz. Atlı karıncadan
kopmuş bize doğru gelen nefessiz kalmış at portreleri, kaçak sigara
paketlerinden yapılmış kolajlar, kibrittin aşama aşama yanarak tükeniş
serüvenini anlatan kara kalem desen, 2011 Kasım’da depremden sonra İzmir’e
döndüğü Van’ın bir sınır ilçesinde (çoğumuzun tarih kitaplarından bildiği
Çaldıran’da) yaşadığı dönemde ürettiği işler. Bu süreci kendi Bartleby
sendromuna katkıda bulunan bir dönem olarak adlandırıyor. Herman Melvin’in hem
çok gerçek hem de çok gerçeküstü olan bu karakteri, okuyucuyu derin bir yaşam
ve varoluş sorgulamasına iter. Tercihleri olan ve kendi küçük başkaldırışlarını
yapan bu karakter, pasif direnişin güzel bir örneğidir.
Buradan baktığımda
49A’da yaptığımız sohbet, mekanın Gürçeşme’de oluşuyla, babasının tekel
dükkanından hiçbir maddi getirisi olmayan bağımsız bir sanat mekanına
dönüşmesiyle, başka başka anlamlar kazanıyor. 49A İzmir’in merkezi olan bölgeye
çok yakın. Ama yaşam koşulları olarak İzmir’e atfedilen bütün sıfatlara çok
uzak olan bir yerde. Bu küçük, mütevazi sergi mekanında 2008’de Serkan Özkaya
“Bana Onun Kellesini Getirin” sergisi, gene aynı yıl Nejat Satı ile birlikte
Mehmet Dere “İddalıyız” sergisi yer almış. 2012’de Nur Muşkara “Ben Senin
Yerinde Olsam Mehtap” sergisini açmış. Mehmet’in sanatçılara açtığı bu bağımsız
mekan önerilen projeler etrafında zaman zaman işlerlik kazanıyor. Bağımsız
mekanların yaşadığı süreklilik sorunu ister istemez burada da karşımıza
çıkıyor. Ama İzmir’de kurumsal yapıların ve galerilerin azlığı, çağdaş sanat
sergilerine ev sahipliği yapacak bağımsız mekanların yok denecek kadar az
olması 49A’nın pasif direnişinin de bir göstergesi. Bu nedenle 49A’yı Mehmet’in üretimlerinin bir uzantısı
olarak görüyorum.
Mehmet’in insanların klişeler ve kalıplar üzerinden
işleri okumasından, bu şekilde metinler üretmesinden oldukça şikayetçi olduğunu
biliyorum. Bu nedenle basın bültenlerinde, sergi tanıtım yazılarında, işlerin
açıklamasının yer altığı kısa metinlerde Mehmet birinci tekil şahıs sanatçıdan
çıkıyor, üçüncü tekil şahıs bakan, izleyen oluyor ve metinleri kendisi yazıyor.
Kelimeler, cümleler onun üretimin bir tetikleyicisi. Plastik duyarlılıkla,
söylemin gücünü bir arada kullanıyor. Kara kalemle aldığı notların olduğu bir
kağıt çerçevelenmiş, atölyenin bir duvarında duruyor. Bunlara “Tek Cümlelik
Hakikatler” diyor. Bazen
sergilerine bazen de işlerine isim olan bu cümleler / aforizmalar Mehmet’e ait
göreli hakikatler. Sanıyorum, Nietzsche "Benim arzum başkalarının bir
kitapta anlattığı şeyi, on cümlede anlatmaktır" demişti. Mehmet’in de kendine ait böyle tek ve
sloganımsı cümleleri var. Bu cümlelerde sokağın dili tüm doğrudanlığıyla eleştirinin
merkezine oturuyor. Çerçevenin içindeki kağıtta yazan cümlelerden biri; “Alem
Cut-Out olmuş”. Uzun uzun resmin dilinden, günümüz yaklaşımlarından
konuşabiliriz. Ama sadece tebessüm ediyoruz. Hayattaki perde anlarından ve perde anlarını aşan bir
hakikatın varlığına inandığından bahsediyor. İmgeleyici güçlerin varoluşun
temeline doğru bir kazı yaptıklarını ve bazen ilk bazen de sonsuz olanı ve
bazen de her ikisini birden aradıklarını düşündürüyor bu bana. Üretimin kendi
dinamiğinde, içsel bir neden biçimsel bir imgeleme dönüşüyor.
Özgül Kılınçarslan
Yorumlar