Etem
Şahin
Etem
Şahin: Mehmet bu söyleşiyi soruların olmadığı bir sohbet
havasında yürütmek istiyorum. Bir sanatçı olarak çok yönlü
bir kişiliğe sahipsin. İşlerine ‘öteki’ olarak açık bir
mesafeden bakabiliriyoruz. Açık uçlu bir üretim yapısına
sahipsin: Mesela desen üretiyorsun, bazen site spesific
yerleştirmeler, bazen modifiye edilmiş nesneler tasarlıyorsun. Bu
bana epey ilginç geliyor. Galiba ilk sorum sana yapıtların
(işlerin) hakkında kendi kendine sorduğun bir soru var mı olacak?
Mehmet
Dere: Derler ya, doğru bir soru aslında cevabın önemli bir
kısmını içinde barındırır, yani doğru sorular sorabilmek de
büyük bir marifettir, konuya aşina olanlar doğru sorular
sorarlar.
Beni şu günlerde cevapsız olarak bırakan bir soru var. Sanırım
doğru soruları soruyorum. Doğru soruları sorduğum için
cevaplarını alamıyorum gibi bir şey. Ürettigim şeyler o
sıradaki kafamdaki şeylerle ilgili. Estetik zeminden çok etik
zeminde ilerliyorum.
Biliyorsun neoliberal sistemde baskın olan iktisadi akıl, politik
olanı, sulandırıyor. Seyirci kal(a)mamak sorumluluğunu kabul
ederek başlıyorum. Bazen yaptığım şey özellikle klişe olarak
‘sanatçı olmak’ bana çok saçma geliyor yani bilirsin bir role
kendini kaptırmışsın gibi. Bu senin işin degil, içten gelen bir
şey sonuçta. Daha sonra yaptığım şeylerin politik olarak
düşünmek olduğunu hissediyorum.
E.Ş:
Türkiye’nin içine sürüklendiği bu darboğazdan çekip
alabilmek için politikayı yeniden düşünmeye ihtiyaç var. Son
sergindeki işler tamamen politik olarak buna zamanımızın olup
olmadığıyla ilişkiliydi. Sergindeki çoğu işin derin bir
kavramsal arkeolojisi olduğu kadar plastik anlamda da bir
duyarlılığı var, bence bu bir çeşit simya gibi. Bu simyayı
nasıl beceriyorsun?
M.D:
Gerçek üzerine yazıldığı kağıt kadar incedir. Benim için
kağıt bir çesit metafor, gerçeği kaydetme aracı veya işleme
görünür kılma gibi amaçları barındırıyor. Metafizik bağları
severim. Bunun yanı sıra bir dönem şiirden ciddi anlamda
beslendim ve beni hala besliyor ve şiir yazmayı da severim,
şimdilik kimseye göstermesemde. Mesela 100 Ünlü Türk işinde
ansiklopedik olarak (şahsen kendi müdahalemle beraber) şahıs
olarak türk tarihine mal olmuş ünlü Türk büyüklerinin
portreleri vardı ve işin içinde portresi yapılan kişinin ışığı
yansıtılması anlatılan hikaye kadar önemliydi, ne de olsa yüz
şahsiyete açılan bir penceredir. Bu yüzden satır da yazmaz, 'sadrda'
yazar. Sırat ve Yurttan Sesler işinde de aynı durum geçerli.
Deleuzyen ‘occurance’ kavramı çok önemli, ama diğer yandan
-e hale gelmek kadar halden anlamak da onemli.
E.S:
İşlerinde gülme ile ağlama arasında trajikomik olarak
tariflediğin o durum bize sanki yapıtlarında sana ilham olan şeye
hiç sinirlenmemişsin, başından beri gülmüşsün gibi. Yani sana
da atılan bir kazığı tebessümle yutmuşsun gibi. Bu söylediğimi
onaylar mısın?
M.D:
İyi çay nasıl elde edilir? İyi çay harman edilir. Sadece bir
çaydan çay demleyemezsin, karıştırırsın. Yani biz kültürel
coğrafya olarak çok iyi bir karışımız, ama demlenmemiz uzun
sürüyor, modernlik deneyimimizde öyle. Hepimiz
kim
olduğumuzu –ve özgürlüklerimizin ne olduğunu– ancak
diğerleriyle karşılaşmak sonucu elde ederiz. Özgürlüğün(modern
dünyanın) çelişkili yanı, herhangi bir şeye temel atmayan bir
temel olması. Burada temel olarak anlatmaya calıştığım Batı
modernlik deneyimi ve bunun bizdeki coğrafyasal tezahürü.
Modernlik deneyimimiz yarılmalarla dolu, bu yüzden batılı gibi
düşünüp doğulu gibi hissediyoruz. Her şeye çok mesafeli ve
şüpheci davraniyoruz. Gönül meselelerini atlıyoruz. Senin
söylediğin tebessüm Türkiye’nin bir çok çelişkisinin
anlatılamayacak kadar uzun olmasından kaynaklanıyor. Bu bana bir
çeşit tezatlık olarak çıkış noktası.
E.S:
49A’daki Black Truths White Lies adlı son sergin, adından
anlaşılacağı gibi araf hali,
bir
çeşit sıkıntı halinin sonucu gibi, acaba bize bu işlerden veya
o dönemden bahsedebilir misin?
M.D:
Van benim için bir çesit iman deneyimiydi, ciddi söylüyorum.
Babamı yeni kaybetmiştim, sonrasında eşimle bilmediğim bir
coğrayfa serüveni. Van’da da değildim, tam olarak Çaldıranda
İran sınırındaydım. Hava ve iklim şartları gözönüne
alındığında pek dışarı da çıkamıyordum, çıktığım
zamanlarda da çoğunlukla öğretmen evinde koşu bandında ter
atıyordum. Bir yere ulaşmak gitmek büyük dertti, ha deyince
gezemezsin, 0 noktası yani. Van’ın benim ‘Bartleby sendromu’ma
katkısı büyüktür. O dönemde evdeyken bir sürü kağit iş
ürettim, çesitli kolajlar vesaire. İstanbul- İzmir- Van arasında
sürekli üçgenler çizdim, deprem de son noktaydı zaten. O dönemki
işlerime baktığımda ruh sıkıntısı, bekleme veya geçikmişlik
duygusunu ya da öyle olduğunu hissettiğim bir yalnızlık
hissiyatını şimdi daha iyi algılayabiliyorum. Nefessiz kalan
carousel atları, yanan kibritler, kaçak sigara paketleriyle
yaptığım kolajlar, Sırat,Cennet ve Cehennem gibi işler hep bu
süreç içerisinde ortaya çıktı.
E.S:
Hayatın sürprizleri ne acayip… Ben İzmir’e döndüğümde bir
arkadaşıma Mehmet ne yapıyor diye sormuştum. Van’a gitti orada
Land Art yapıyor demişti. Ben seni hala Gürçeşme de
zannediyordum. İşlerine genel olarak baktığımda zamansal veya
dönemsel mi demeliyim bakış açıları önerdiğini görebiliyorum.
Mesela bir işe birden fazla bakış açısından bakabiliyoruz.
Merak ettiğim aynı işi birbirinden farklı context’e, karma
sergilere koyarken bu açı değişiyor mu? Sanırım Social Animals
sergisindeki ‘Self Service’ işinin bir başka versiyonu, başka
bir context’in içinde Portizmir’de yer alıyordu. Başka bir
yere (Alan İstanbul’a) koyarken ki motivasyonun nedir?
M.D:
Ben açıkçası sürekli olarak kendimi üretiyorum. Bunu yaparken
hisseden okuyan değişen, öğrenen kişi olarak kendimden
besleniyorum. Ürettiğim şeylerde ya da söylediklerim esasinda
altını çizdiğim cümleler. Self Service işi fikir olarak
bendeydi, ancak form bulmasi ilk olarak 2010 yılındaki İzmir’de
Port sergisinde gerçekleşti. Avusturya Tütün Deposu’na davet
edildiğimde mekanın yapısı (ilginç bir anektod, işçilerin
ciğer filmleri yerdeydi), beni açıkcası çok etkiledi. Bu
anlamda işi (söylemi) bir terzi gibi mekana izleyicinin içinde
dolaşabileceği şekilde giydirdim. DEMOKRASİ AZ KURU AZ PİLAV AZ
ÇORBA ADALET SUYUNDANDA KOY. Bu işin orjinal boyu 65 metre, eni 1.5
metreye varan bir çesit duvara müdahaleyi içermekteydi. Beraber
sunduğum yer sofrası işi, ahşaptan yapılmış bir nesne olarak
içinde doğulan / doyulan (doğduğun yer degil, doyduğun diye
tarif edilir ya) coğrafya’ya gönderme yapmaktaydi. İş o
boyutuyla orada kaldı, ama başka mekanda aynı iş kabuk
değiştirdi.
E.S:
Senin işlerinde herkesi içine alabilen ortak duygusal bir alan var.
Kendi içselliğinin şiirselliği demek de mümkün. Self Service
işinde toplumsal adaletsizliğe o kişinin ağzından cevap
verebiliyorsun, yakın mesafeden yaşam pratiğinin içinden
konumlanan bir bakış açın var. Mesele senin dediğin gibi o hale
gelmek kadar, o halden anlamakla da ilişkili, son donem işlerine
baktığımda bu reklefsif direncin ya da tavrın günümüz sanat
piyasasında çok hissedilmeyen bir şey haline geldiğini
görüyorum. Acaba bu hal üzerine sen ne dersin?
M.D:
Ben bu soruya bir sanatçı olarak değil de bir izleyici olarak
cevap vermek isterim.
Kabağa
kabak demek lazım. Ayrıca kabağa kabak demek ne zamandır hakikate
muhalefet oldu? Ne yazık ki bunun üzerinde ‘zamanı geldiği’
zaman konuşmuyoruz. Çoğu iş temsili satış ederi üzerinden
bireyselleşiyor. Bu yüzden çoğu sanatçı, kurumların ve
galerilerin vs her neyse kendilerine verdiği rolü oynamayı
seviyor. Sanatçılar tasvirlerle uğraşırlarken iktidarı tasvir
dışı bırakıp ürettiklerini kendinden menkul şeylermiş gibi
görmeye meyilliler. ALEM CUTOUT OLMUŞ yani…
Sadece
kapital için politik olmak adına sinizme bulanmış işler de
üretiliyor, oryantalist mağdur olmuş, ötekinin dilini kendi
diliymiş gibi kullanan sözde muhalif işler. Ben de süreci
yorumsuz kalarak izliyorum. Yanlış anlaşılmasın bunları bir
otorite olarak söylemiyorum, bunlar herkes tarafından şikayetçi
olunan, konuşulan bilindik seyler. Bunu, daha sanat için gerçek
kamuoyunun oluşmadığını hisseden biri olarak söylüyorum. Biz
hala birbirimiz için üretiyoruz. Ben ne yazık ki çok az işin
gerçekliğiyle temas kurabiliyorum, bunun ölçüsünü de işin
kendisinden ziyade ‘burada ve şimdi’ gerçekliğe olan teması
üzerinden anlıyorum. Söylenenler ve üretilenlerden ziyade
sanatçının gerçekliği büyük bir denklem. İsterseniz daha
çarpıcı olsun size bir örnek vereyim: İlk önce Selma
Gürbüz’ün Uzun Gece, Uuzun Yolculuklar isimli sergisindeki 3
maymun’a gönderme yapan King Kong serisi işini görün.
Sonrasinda Louise Lawler’ın 1990 yılında yaptığı 3 kokteyl
kadehinden oluşan Who says ,Who shows, Who counts işine bakın.
İnanıyorum ki bu deneyim size günümüz sanat piyasasındaki
üretimler üzerinde baskı kuran piyasa denen ‘çerçeveyi’
keşfettirecektir.
Louise Lawler ait gorsel isini bulabileceginiz web adresi
http://www.artspace.com/louise_lawler/who_says_who_shows_who_counts
Selma
Gürbüz’ün King Kong 1-2-3 işi
Yorumlar