AKP ve MHP’nin üniversitelerde türbanı serbestleştiren yasa ve Anayasa değişikliği girişimi ile, -Cumhurbaşkanlığı ve 22 Temmuz seçimleri arefesinde başaramadığı- askerî darbe ortamını 2009’da oluşturmaya hazırlandığı iddia edilen Ergenekon adlı nebulaya yönelik operasyon hemen hemen aynı günlerde kamuoyuna yansıtıldı.
Bu iki gelişme/olayın Hrant Dink’in katledilme tarihi 19 Ocak’a yetiştirileceği söylenen 301. madde değişikliğini geri plana ittiği, ertelettiği de not edilmeli.
Bu olaylar zincirini, Türkiye siyasetinin başlıca aktörleri planında iki farklı biçimde açıklamak, anlamlandırmak mümkün. Birincisine göre; ortada AKP, MHP çekirdekli ama SP, BBP ve DP’nin, hatta ANAP kalıntılarının da desteklemeden edemeyecekleri bir muhafazakâr/merkez sağ atak söz konusudur. Türkiye toplumunun % 75’ini temsil eden bu gayrıresmî koalisyon, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinde gösterdiği dayanışma ile kazandığı siyasal zaferi, bu noktadan sonra toplumsal plana da aktarmaktan kaçınamazdı. Paylaştıkları muhafazakâr yaşam tarzının simgesi haline gelmiş olan türbana kamusal alanda konulmuş yasakların en fazla tartışma götürür olanını, üniversitedeki türban yasağını bile kaldıramamayı, başta AKP olmak üzere hiçbiri artık seçmenlerine izah edemezdi çünkü. Dolayısıyla, Kuzey Irak’a askerî operasyonun hay huyu içinde geçen Sonbahar ayları sona erdiğinde “türban meselesi”nin ya Anayasa değişikliği bağlamında veya böylece “tek başına” gündeme getirilmesi aslında beklenir bir hamleydi, kaçınılmazdı.
Bu atağın Ergenekon operasyonu ile eşanlılığına gelince. Burada da söz konusu koalisyonun tamamına ve asıl olarak da elbette AKP ve MHP’ye şamil bir uzlaşmadan bahsetmek gayet mümkün. Çünkü, bilindiği üzre Ergenekon operasyonuna konu olan ilişkiler ağının odağında yer alan, yönlendirici/yönetici konumunda olanlar, her ne kadar Türk milliyetçi yönü vurgulu Atatürkçü görünümünde iseler de, Türk milliyetçiliğinin geleneksel mecrasını oluşturan MHP -ve BBP- ile arzu ettikleri türden bir ilişkiyi kuramamış gözükmektedirler. MHP ve bilhassa BBP’nin geleneksel -Sünni İslam- muhafazakârlıktan fazla uzaklaşmamaya dikkat eden Türk milliyetçi tutumuna mukabil, “Ergenekon”un adı geçen veya örtülü odakları “laik” bir Türk milliyetçiliği adına hareket etmekteydiler. Bu durumda MHP ve BBP’nin egemen, yönetici kesimiyle “Kürt sorunu”nda aynı çizgide durmanın dışında, kapsamlı bir beraberlik, ortak bir plan kuramayan söz konusu odakların bu “ideolojik” ayrımın yanısıra MHP ve BBP’ye “yukarıdan bakan”, onlara “sokak gücü” olmanın ötesinde bir kurum, hele hele bir ortak-müttefik payesi vermeye yanaşmayan tavırlarını da “Ergenekon” odakları, o geleneksel Türk milliyetçiliğinin marjında yer alabilen ve -ancak son yıllarda, metropol kentlerin Türk orta sınıf gençliğinde epeyce bir yayılma imkanı bulan- soy ırkçı oluşumlar ile milliyetçi dalgaya intisap etmiş lumpen/tutunamayan gürühları “kullanma”ya yönelmişti. İçinden Hrant Dink, Hıristiyan rahipler ve Danıştay suikastlarının katil-tetikçilerini çıkaran bu kesimin MHP ve BBP “tabanı” ile içiçeliği, bu partilerde ve bilhassa MHP’de tabanlarının kendi iradeleri dışında “Ergenekon”cu planlar doğrultusunda sürüklenebileceği endişesini şüphesiz yaratmıştır. Bazı Atatürkçü Düşünce Derneği şubelerinin, Kuvayı Milliye, Vatansever gibi adlar altında emekli Ordu mensuplarınca yönetilen gizli, yarı gizli örgütlenmelerin bu amaçla çalıştıklarına dair yığınla karine ortadan iken MHP yönetiminin teşkilatlarını bu girişimlere karşı uyaran, uzak durmalarını bildiren emirler verdiği de biliniyordu zaten. 22 Temmuz seçimleri arefesinde korkulan türden bir kitlesel çatışma yaşanmaması, beklenenden daha vukuatsız bir seçim döneminden geçilmesinin bir nedeni MHP’nin bu tutumu ise, diğeri de hükümetin bu tür provokasyon odaklarına karşı aldığı tedbirler olmalıydı.
Hükümetin, tam da Nisan’daki Cumhurbaşkanlığı seçimi arefesinde yapılan Danıştay suikastı ve yakalanan Atabeyler örgütünden önce değilse bile, Ümraniye’de ele geçirilen elbombalarından sonra, şimdi tutuklanan Veli Küçük ve çevresini yoğun bir takibe aldığı kesindir. Hatta, Başbakanın Abdülkadir Aksu’yu İçişleri Bakanlığı’ndan çekip yerine sadakatinden emin olduğu Beşir Atalay’ı tayin etmesinin esas gerekçesi bile bu operasyon olabilir. MHP, yukarıda belirtilen nedenlerle, Bakanlık ve Emniyet içindeki bağlantıları aracılığıyla mutlaka haberdar olduğu bu takip operasyonuna ya onay vermiş ya da AKP yönetimince haberdar edilmiş ve desteği alınmış olmalıdır.
AKP ve MHP’nin birer parti olarak varlık ve çıkarlarını korumak, pekiştirmek için üzerinde uzlaşacakları “türban meselesi” ve Ergenekon operasyonu, öteki sağ ve merkez sağ partilerin de vermeye istekli olacakları/oldukları destekle birlikte düşünüldüğünde; Türkiye’de Cumhuriyetten hatta İttihat Terakki’den beri modernleşme sürecindeki hegemonik konumunu sürdüren “devletçi seçkin”lerin bu konumlarından uzaklaştırılmalarının işaret fişekleri olarak okunabilir.
İkinci izah biçimi hemen hemen aynı sonuca varmakla birlikte, uzlaşmanın Orduyu da içerdiği, onun en azından zımni onayı -ve belki de desteğiyle- her iki girişimin düğmesine basıldığı varsayımından hareketle yapılabilir. Başbakan Erdoğan’ın diline pelesenk ettiği “türban meselesini kurumsal uzlaşma ile çözmeye çalışıyoruz” cümlesinde geçen “kurum”un, Ordu olduğu aşikar iken; onun ve partisinin, Cumhurbaşkanlığı ve seçim zaferlerine rağmen “kurum”u karşısına alarak böyle çift yönlü bir atağa kalkışmasına her şeyden önce muhafazakârlığı engeldir.
22 Temmuz seçimleri arefesinde, Ordu içinde bağlantıları olduğuna dair kanıtlarla tevkif edilen -Ergenekon ile irtibatlı- VKGB gibi örgütlere ilişkin AKP hükümetinin nasıl bir tutum izleyeceği konusunda Birikim’in 220/221. sayısında yapılan analiz bu noktaya işaret ediyordu:
“AKP, 22 Temmuz’u Türkiye tarihinin kesin bir ileriye yönelik dönüm noktası, demokrasiyi Türkiye halkının gerçek bir edinimi haline getirip pekiştirecek böylesi bir süreç ister mi?
İstemez, daha doğrusu isteyemez, çünkü muhafazakar-demokrat bir oluşum olarak ‘yapısal’ karakteri buna izin vermediği gibi engeldir de. Çünkü, bu partinin Avrupa’dan çok ABD muhafazakarlığına yatkın ve meyilli olup, neo-liberalizmle gayet uyumlu olduğu dikkate alındığında; bu muhafazakarlığın demokratlığını ciddi ölçekte koşullayıp sınırlayacağı açıkça görülür. Bu nedenle AKP’nin sivil-asker bürokrasiden ‘derin devlet’ ve malum çeteler konusunda görebileceği direnci, parlamento ile sınırlı olmayan bir sivil -demokratik- anayasa kampanyası ile aşmak yerine, şimdi elini daha da güçlendirmiş olarak gireceği ‘kurumlar arası’ pazarlık-diplomasi ile zamana yayarak hafifletmek yolunu seçmesi gayet muhtemeldir.” (sayfa 45)
Bu “kurumlar arası arası uzlaşma” 2007 Nisan’ında, o mahut e-muhtıra vakasının ertesinde yapılan Tayyip Erdoğan, Yaşar Büyükanıt görüşmesinden itibaren kotarılmaya başlanmış; Eylül ayındaki K. Irak’a operasyon kararı ile rotasına oturtulup, ABD’den operasyon izni alınırken yapılan pazarlıklar sırasında ABD’nin “katkı”larıyla “boyutlandırılmış” olabilir mi? Muhtemelen böyle işlemiştir süreç.
Eğer durum bu ise -ki kanaatımız böyledir- Türkiye siyasal tarihine yüzyılı aşkındır damgasını vuran mülk-servet sahibi kesimlerin eklektik, “kendiliğinden”ci modernleşme yaklaşımı ile -devlet kaynaklı- imtiyaz ve konum sahibi zümrelerin otoriter -iradeci- modernleş(tir)me tasarımı arasındaki iktidar mücadelesi, bunun yarattığı rejim sorunu, birincilerin ağır bastığı bir -uzlaşma- sentezle sonuçlanmış olmaktadır. Cevdet Paşa’dan Hürriyet ve İtilaf’a, Serbest Fırka’dan DP’ye, AP’den ANAP ve AKP’ye uzanan birinci yaklaşım, dinî- sosyo/kültürel konum ve hassasiyetleri ile mülk ve sermaye sahibi olmanın önceliklerini bağdaştırma temelli bir muhafazakârlığın çeşitli merhalelerden geçen mecrasını oluştururken; II. Mahmut’tan Yeni Osmanlı bürokrasisine, İttihat Terakki’den CHP’ye ve askerî darbelere uzanan otoriter modernleştirme çizgisi ise arkaik bir devlet anlayışını ve bu anlayıştan türetilme idari-siyasî ve toplumsal imtiyazları, üstünlük konumunu koruma odaklı bir muhafazakârlığın, her aşamada cilası dökülen mecrasını oluşturuyordu. Başlangıçtan itibaren, diğerini yok etmek değil, hegemonyasını kalıcılaştırmak, diğerine kabul ettirmek için öne geçme mücadelesi veren bu iki mecra, zaten uzlaşmaz olmayan muhafazakârlıklarının sentezinde birleşip, bundan böyle aynı mecrada akmaya başlamış olmaktadırlar.
Türk -Sünni- burjuva ve bürokrat muhafazakârlıklarının bileşik mecrasının önümüzdeki yıllara yayılacak ilk merhalesi, bu mecranın merkez olarak sınırlarının netleştirilmesi ve tahkimi olacaktır. Artık “devlet”in de sahibi sayılabilecek olan Türkiye burjuvazisi, Türk-Sünni bileşenine Kürt ve Alevi bileşenleri de katarak, mecrasını ve daha ziyade de merkezi genişletmenin son eksiğini de tamamlamaya çalışırken, aynı zamanda da onu bu hegemonik konuma taşımış unsurların bir kısmını da merkezin, hatta mecranın, dışına atmanın vaktinin geldiğini de bilecektir. Dinî hassasiyetleri burjuva -ekonomik- rasyonellerin önüne koyabilecek kadim yol arkadaşlarını -“aşırı dincileri”- tasfiye, belki de üniversitelerde türbanın serbestleştirilmesi uygulamaya sokulduğunda başlatılmış olacak, bunu, artık “devletin sahibi” olarak izin vermeyeceği “kayıt-dışı” ekonomide ısrar edenlere karşı sert müeyyideler izleyecektir.
Muhafazakâr sentezin öbür bileşenin mecra ve merkez tahkiminde üzerine düşen tasfiye görevi ise Ergenekon operasyonu ile zaten yerine getirilmeye başlanmıştır. Bu tasfiyenin halihazır yüksek komuta kadrosunun kimi mensuplarına kadar uzanması beklenemez. Hatta söz konusu örgütün muvazzaf Ordu personeli içindeki “doğal” uzantılarının olabildiği kadar az sayıyla sınırlanarak kesilmesi de herhalde, operasyonun hazırlık safhasından itibaren kararlaştırılmış olmalıdır. CHP Genel Başkanı’nın türban meselesindeki Genelkurmay tavrını yorumlarken söylediği o hayal kırıklığı yüklü “gölge etmesinler yeter” mealindeki ifadeler, onun bile bahsettiğimiz uzlaşma ve kararlaştırmaların farkında hatta bilgisine sahip olduğunun kanıtı sayılmalıdır.
Birikim’in az önce alıntı yaptığımız sayısında, şu andaki Ergenekon operasyonu türünden bir tasfiyenin mutlaka beklenmesi gerektiği belirtilirken, 12 Mart öncesi cuntacılığına uygulanana benzer bir sürecin yaşanabileceğinden söz edilmişti.
“Hatırlanacağı üzre, o dönemde Yüksek Komuta kadrosunun 9 Mart’ta bir darbe için bastıran orta alt kademeyi teskin için 12 Mart muhtırasını verdiği söylenirdi.* Dönemin Yüksek Komuta kadrosu muhtırayı yeterli bulmayan Cuntacıların birkaç sivri ismini derhal tasfiye ettiği gibi, bir yıl geçmeden de Cuntacı örgütlenmelerin asker-sivil en ‘militan’ unsurlarını Madanoğlu ve Bomba davaları ile MİT ‘tezgahları’na ve yargı önüne çekip darmadağın etmişti.” (Birikim 220-221, sayfa 44)
Ordu içindeki sessiz tasfiyenin çapını bilmiyoruz ama sadece bir defaya mahsus olmayıp zamana yayılacağını söyleyebiliriz. Öte yandan, “Ergenekon” örgütü şu anda tutuklanmış olanlarla sınırlı olmadığı gibi “2009’da darbe” için uğraşan tek örgüt de değildir. Kaynağında ateşli bir hümanizmin yer aldığı Jakobenizmin bu ateşini yitirip kömür/cüruf haline gelmiş biçimini temsil eden cuntacılığın, bu durumdaki “doğa”sı gereği, mutlaka birbiriyle rekabet hatta çatışma halinde olan ve ilişki ağları birbirine dolanan en az birkaç odağın kıpraştığı bir nebula ortamı olduğu bilinmelidir. Dolayısıyla şu anda yürütülmekte olan operasyonun takip safhalarında, kamuoyuna aksettirilecek olandan belki yüzlerce kat ilişki, onlarca misli kişi adı, eylem hazırlığı bilgisi edinilmiş olmalıdır. Rejimin muhafazakâr odakları buradan seçtiklerini, Susurluk’ta olduğundan daha dikkatli ve dar bir servis tabağı içinde kamuoyu önüne atmanın kararını şu sıralarda ayarlıyor olmalıdırlar.
Ergenekon operasyonu, Osmanlı son döneminden beri Türk Ordusu’nun taşıyageldiği darbecilik damarının nihayet kesilmesi, kapanması olarak görülebilir mi?
Operasyon az önce belirtilen dar çerçeve ile sınırlı kalsa da, bu soruya evet diyebiliriz. Çünkü darbecilik, esas olarak arkaik bir devlet ve siyaset anlayışından beslendiği, onun olağan siyaset yapma biçim ve yöntemlerinden biri olmasının yanısıra, henüz demokratikleşememiş cumhuriyet rejimlerinde belirli bir idealizm ve erdem örüntüsüyle müdahil olması koşuluyla kendini meşrulaştırabilir. Kabaca 1970’li yıllara kadar darbeciliğin bu ülkede bir siyasal opsiyon olarak yaşayabilmesinin asli nedeni de budur. Bu döneme kadarki darbecilerin, Kuleli Vakası’ndan 9 Martçılar’a kadar, siyasal anlayış ve amaçları ve denli tartışılabilir olsa da; idealizmlerinin sahteliği veya ahlaki düşüklük ve kirlilikleri pek iddia ve ispat edilemezdi.
1980’den itibaren ise darbeciliğin idealizm ve etik/erdem bahsinde tam bir dekadans sath-ı mailine girdiği görülüyor. Cunta üyesi Tahsin Şahinkaya’yı rüşvet ve haraçlarla dünyanın en zengin generalleri arasında gösteren Time dergisinin bu suçlamasına, sadece derginin ülkeye sokulmasını yasaklamakla cevap verebilen darbecilerdi 1980’dekiler. Hapishanelerde, özellikle Diyarbakır’da değme alçakların bile tüylerini ürpertecek, utandıracak zulümlere izin veren riyakarlar, Çatlı, Oral Çelik gibi seri katillere, Çakıcı vs. gibi mafya akrepleri ile iş tutan, onlara koruma sağlayanlar da bunlardı. Suudi-Vahhabi Rabıta örgütünden milyonlarca doları alıp Diyanet teşkilatına veren, zorunlu din dersini ihdas edip, Türk-İslam sentezi ideolojisini besleyip ardından da laiklik savunuculuğu yapmanın ne menem bir idealizm olduğu bahsine girmek bile gereksiz.
“Her on yılda bir darbe” beklentisi 1980’lerin son, 1990’ların ilk yıllarında gerçekleşmedi ise bunun sebebi, artık her türden kirli aracı ve ahlak dışı yöntemi pervasızca uygulayabilecek dereceye düşmüş “darbeci potansiyel”in odağındaki unsurlara dönemin hükümetleri tarafından tam bir serbesti verilmiş olmasıdır. O dönemde ülkenin en kritik sorunu olan Kürt meselesi bağlamında bu darbeci potansiyel, hükümetlerin bu konuda yetkisiz ve aciz olduklarını neredeyse itiraf ettirecek kadar etkin ve belirleyici idi. Kürt sorununa farklı bir yaklaşımın sadece sözünü edebilen Turgut Özal, bundan dolayı da kendisine yapılan ve kılpayı kurtulduğu suikastın üzerine gidemedi. Acemi başbakan Tansu Çiller aynı konuda Bask modeli lafını ağzından kaçırdığına bin pişman olup diyetini o potansiyel darbe eğilimine tam bir serbestlik vermekle ödedi. 1980’lerde kurulan o kirli ilişkiler ağının genişlemesi böylece daha da hızlandı, devlet adına ve devlet kisvesi altında hemen her türlü suçun işlenebildiği bir “derin devlet”, toplumsal ve idari bünyenin içinde bir ur, bir kerpeten gibi işler oldu. Bu urun teşekkülünde en az dahli olan ve o urun kendine karşı harekete geçirilebileceğini pekâlâ bilmesi gereken RP ve lideri Erbakan, buna rağmen, hükümet olduklarının hemen ertesinde Susurluk rezaleti patlak verdiğinde, üzerini örtmek, önemsiz göstermek için herkesten daha fazla gayret gösterebildi. Çünkü bütün bu ölüm listeleri, sayısız faili meçhul cinayet, Yüksekova’daki gibi askerî araçlarla yapılan eroin trafiği ve ticareti, kumarhane, rüşvet ve haraç çeteleri akan milyonlarca dolar ile “derin devlet” örtüsü altındaki ur, darbe potansiyelinin de ta kendisi idi. Darbeye karşı çıkmak ise onun ve temsil ettiği toplumsal-siyasal geleneğin kitabında zinhar yazmıyordu. Yapabileceği yaranmak ve başeğmekti. Susurluk skandalına “fasa fiso” diyerek önce yaranabilmenin gereğini yaptı, ardından da 27 Şubat’ta başı önde hükümet makamından uzaklaştırılacağı anı beklemeye koyuldu.
Bu boynunu bükme, 27 Şubat’ın söz konusu darbe potansiyelinin tüm şirretliği ve gaddarlığı ile “anti-laik” kesim üzerine boşalmasını önlemiş olabilir. Burada o urlaşmış potansiyel, kendini sadece Bay Çevik Bir’in o küstahlık ve ardniyetin buram buram koktuğu “andıç”larda ifade etmekle yetindi.
Şimdi, 2009’da bir darbe ortamı, oluşturmaya hazırlanma iddiasıyla tutuklanan Veli Küçük Susurluk’ta kısmen ifşa olan, ama niteliği de ortaya çıkan o potansiyelin içerdiği hemen tüm melanet ağlarının kavşak noktalarından biri olarak bilindiği, görüldüğü halde “dokunulamadan” günümüze kadar faaliyetlerini sürdürmüştü.** Halen yürütülen operasyon bağlamında onun, aslında 1950’lerde tüm NATO ülkelerinde kurulmuş olup bizde de -Genelkurmaya bağlı olarak- organize edilmiş olan gizli para militer örgütlenmenin önemli bir unsuru olduğu, hesaplarında açığa çıkan milyonlarca doların bu kaynaktan geldiği söyleniyor. Doğruysa, ki kuvvetle muhtemeldir. Bu, onların sıkı, ölmeye ve öldürmeye kilitli milliyetçiliklerine pekâlâ müstehak bir ilişki, bir beslenme kanalıdır. Güç tapınması ve mantığı üzerine kapanmış bu milliyetçiliğin kendinden aşırı güçlü olana tabilikte hiçbir beis görmemesi “doğa”sı gereğidir çünkü. Ama, bir zamanların “kurucu milliyetçiliği”nde barınabilmiş idealizmin peyderpey dökülerek bu kapanış noktasına gelişi, yalnızca bu güç mantığına, gücün en alçakça ve gaddarlıkla kullanılır olmasıyla değil; ahlaki düşüklüğün en alt dereceye inmesiyle de kendini belli eder. Danıştay suikastını “dinciler”e yıkacak biçimde tertiplemek, “yandaş”ı sayılan Cumhuriyet gazetesini aynı izlenimi vermek için bombalatmak gibi namussuzluklar eğer kanıtlanırsa, bu yüzden asla şaşırmayacağız. Tıpkı Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı vb. cinayetlerin de aynı “Ergenekoncular” tarafından işlendiği iddiaları doğrulandığında olduğu gibi.
Başından beri gayet özetle anlattığımız darbeci geleneğin dekadanlaşma sürecinin “Ergenekon” noktasındaki manzarası, eskilerin deyimiyle bir “pislik kemale erdi” durumudur. Sadece kendisinin değil, bulaştığı her yer de ağır bir pislik, çürüme tohumları zerkeden bu dekadan damarın, geleneğin Ordu ile bağının kesilmesi şüphesiz kolay değildir, zamana yayılabilir ama pekâlâ da mümkündür. TC Ordusu küresel kapitalizmin neo-liberal yaklaşımla revize etmekte olduğu ulus-devlet organizasyonlarının merkezî bir kurumu işlevine çekilmeye herhalde hazırdır. Birikim’in daha önceki sayılarında postmodern dönemin devlet ve ordularının hangi mantığa göre ve nasıl bir işlevle yeniden tanzim edileceği/edilmekte olduğuna dair analizler yapılırken; T.C. Ordusu’nun da -mümkün en nötr ifadeyle- bir “güvenlik ihraç eden” kurum/kuruluş olarak, bölge/dünya “pazarı”nda “iş” kovalayacak hale getirilmesine ilişkin çabaların epeydir sürdürüldüğünü de belirtmiştik. TC Ordusu, bu rotaya girmekle kaybettiği siyasal-toplumsal ağırlık ve imtiyazları, böylece profesyonelleşmesinin getireceği nakdi avanajlarla telafi edebileceğini pekâlâ hesaba katabilir.
Ama, halen iler tutar tarafı kalmamış bir “laiklik” ve “Cumhuriyetçilik” adına son, artçı savaşlarını vermekte olan arkaik asker-sivil bürokrat zümrenin diğer bileşenleri ve konumlandıkları kurumların bir kısmı için böylesi potansiyel imkan ve rotalar pek yoktur. Ordunun gözle görülür geri çekilmesiyle kendilerini iyice “ortada bırakılmış” hisseden yüksek yargı bunlardan biridir.
Ani ataklarla değil, ağır ilerleyen bir cephe savaşıyla, sabırla yürütülen kuşatma, sızma manevralarıyla hareket eden Türkiye’nin otantik burjuvazisi; artık sadece yargının kalelerinde direnen yüksek bürokrasiyi kuşatmış olmanın rahatlığı içindedir. Ve daha da önemlisi, yargı bürokrasisinin geldiği noktada o bahsettiğimiz dekadansın pençesine epeyce düşmüş olduğunu da bilmektedir. Kritik önemdeki davalarda verdiği kararlarla hukukun temel değer ve ilkelerine bağlılığı ancak acı tebessümlerin konusu olabilen yüksek yargının, mafyalarla iş tutan üst düzey mensuplarını kollayan, dava sonucu ayarlayan üyelerini bünyesinden atamayan halihazır durumuyla, kurum olarak en büyük gücü olması gereken moral-ahlaki sağlamlık, güvenilirlik görünümünden ne denli uzağa düşmüş olduğu ortadayken; direncinin sürmesi ve ses getirmesi ne kadar beklenebilir ki?
Öyle anlaşılmaktadır ki 2008, 19. yüzyıl sonlarından itibaren başlamış bir dönemin sona erdiği yıl olacaktır. CHP genel başkanı Baykal, şimdi “türban mesele”si vesilesiyle yeni güç ilişkileri ve uzlaşmalar temelinde tanzim olmakta olan toplumsal-siyasal alanda Ordunun gölge bile etmemesini hayal kırıklığıyla ifade ederken, kendisinin ve partisinin de artık birer gölgeden farksız hale geldiklerini haliyle fark edememiş gözüküyor.
Toplumsal-siyasal alanımızda tüm çeşitleriyle hegemonyasını tesis etmiş olmanın kibri ve güveniyle kol gezen muhafazakarlık; temel uzlaşma noktalarını koruyarak bu “gölgeler”le daha bir süre oyalanabilir, oynayabilir. Neo-liberal, milliyetçi, İslamcı ve otoriter muhafazakârlığın kendi içlerinde sürtüşmeleriyle tüm bu alanı kapsayıp, diğer her akım ve eğilimi bu alanın sınırlarına geriletmeyi kesin zaferini sağlamanın koşulu ve gereği de sayabilir. Ama ne söz konusu gölgelerin daha bir süre ortalarda dolaşması ne de muhafazakârlığın nüfuz alanını sonuna kadar genişletmek, ortada devasa bir boşluğun olduğu gerçeğini örtebilir. Muhafazakârlık hamle ettikçe bu gerçek elle tutulurcasına kendini hissettirecektir.
Bu ülkenin ve toplumun kaderi o boşluğun neyle ve nasıl doldurulacağı sorusuna bulunacak pratik cevapla belirlenecektir.
(*) 27 Nisan e-muhtırasının da herhalde işlevi buydu.
(**) Fehmi Koru’nun yalanlanmayan iddiasına göre Veli Küçük, 1980-90’ların neo-liberal Türkiye’sinde başdöndürücü bir hızla, olağanüstü bir servet edinen Hüsnü Özyeğin’in, Yunan Milli Bankası’na sattığı bankasının da ortağıydı. Kendi adına ve -nereden edindiği tahmin edilebilen- kendi parasıyla mı yoksa birilerini temsilen ve onların kasası adına mı, burası meçhul şimdilik.
Bu iki gelişme/olayın Hrant Dink’in katledilme tarihi 19 Ocak’a yetiştirileceği söylenen 301. madde değişikliğini geri plana ittiği, ertelettiği de not edilmeli.
Bu olaylar zincirini, Türkiye siyasetinin başlıca aktörleri planında iki farklı biçimde açıklamak, anlamlandırmak mümkün. Birincisine göre; ortada AKP, MHP çekirdekli ama SP, BBP ve DP’nin, hatta ANAP kalıntılarının da desteklemeden edemeyecekleri bir muhafazakâr/merkez sağ atak söz konusudur. Türkiye toplumunun % 75’ini temsil eden bu gayrıresmî koalisyon, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinde gösterdiği dayanışma ile kazandığı siyasal zaferi, bu noktadan sonra toplumsal plana da aktarmaktan kaçınamazdı. Paylaştıkları muhafazakâr yaşam tarzının simgesi haline gelmiş olan türbana kamusal alanda konulmuş yasakların en fazla tartışma götürür olanını, üniversitedeki türban yasağını bile kaldıramamayı, başta AKP olmak üzere hiçbiri artık seçmenlerine izah edemezdi çünkü. Dolayısıyla, Kuzey Irak’a askerî operasyonun hay huyu içinde geçen Sonbahar ayları sona erdiğinde “türban meselesi”nin ya Anayasa değişikliği bağlamında veya böylece “tek başına” gündeme getirilmesi aslında beklenir bir hamleydi, kaçınılmazdı.
Bu atağın Ergenekon operasyonu ile eşanlılığına gelince. Burada da söz konusu koalisyonun tamamına ve asıl olarak da elbette AKP ve MHP’ye şamil bir uzlaşmadan bahsetmek gayet mümkün. Çünkü, bilindiği üzre Ergenekon operasyonuna konu olan ilişkiler ağının odağında yer alan, yönlendirici/yönetici konumunda olanlar, her ne kadar Türk milliyetçi yönü vurgulu Atatürkçü görünümünde iseler de, Türk milliyetçiliğinin geleneksel mecrasını oluşturan MHP -ve BBP- ile arzu ettikleri türden bir ilişkiyi kuramamış gözükmektedirler. MHP ve bilhassa BBP’nin geleneksel -Sünni İslam- muhafazakârlıktan fazla uzaklaşmamaya dikkat eden Türk milliyetçi tutumuna mukabil, “Ergenekon”un adı geçen veya örtülü odakları “laik” bir Türk milliyetçiliği adına hareket etmekteydiler. Bu durumda MHP ve BBP’nin egemen, yönetici kesimiyle “Kürt sorunu”nda aynı çizgide durmanın dışında, kapsamlı bir beraberlik, ortak bir plan kuramayan söz konusu odakların bu “ideolojik” ayrımın yanısıra MHP ve BBP’ye “yukarıdan bakan”, onlara “sokak gücü” olmanın ötesinde bir kurum, hele hele bir ortak-müttefik payesi vermeye yanaşmayan tavırlarını da “Ergenekon” odakları, o geleneksel Türk milliyetçiliğinin marjında yer alabilen ve -ancak son yıllarda, metropol kentlerin Türk orta sınıf gençliğinde epeyce bir yayılma imkanı bulan- soy ırkçı oluşumlar ile milliyetçi dalgaya intisap etmiş lumpen/tutunamayan gürühları “kullanma”ya yönelmişti. İçinden Hrant Dink, Hıristiyan rahipler ve Danıştay suikastlarının katil-tetikçilerini çıkaran bu kesimin MHP ve BBP “tabanı” ile içiçeliği, bu partilerde ve bilhassa MHP’de tabanlarının kendi iradeleri dışında “Ergenekon”cu planlar doğrultusunda sürüklenebileceği endişesini şüphesiz yaratmıştır. Bazı Atatürkçü Düşünce Derneği şubelerinin, Kuvayı Milliye, Vatansever gibi adlar altında emekli Ordu mensuplarınca yönetilen gizli, yarı gizli örgütlenmelerin bu amaçla çalıştıklarına dair yığınla karine ortadan iken MHP yönetiminin teşkilatlarını bu girişimlere karşı uyaran, uzak durmalarını bildiren emirler verdiği de biliniyordu zaten. 22 Temmuz seçimleri arefesinde korkulan türden bir kitlesel çatışma yaşanmaması, beklenenden daha vukuatsız bir seçim döneminden geçilmesinin bir nedeni MHP’nin bu tutumu ise, diğeri de hükümetin bu tür provokasyon odaklarına karşı aldığı tedbirler olmalıydı.
Hükümetin, tam da Nisan’daki Cumhurbaşkanlığı seçimi arefesinde yapılan Danıştay suikastı ve yakalanan Atabeyler örgütünden önce değilse bile, Ümraniye’de ele geçirilen elbombalarından sonra, şimdi tutuklanan Veli Küçük ve çevresini yoğun bir takibe aldığı kesindir. Hatta, Başbakanın Abdülkadir Aksu’yu İçişleri Bakanlığı’ndan çekip yerine sadakatinden emin olduğu Beşir Atalay’ı tayin etmesinin esas gerekçesi bile bu operasyon olabilir. MHP, yukarıda belirtilen nedenlerle, Bakanlık ve Emniyet içindeki bağlantıları aracılığıyla mutlaka haberdar olduğu bu takip operasyonuna ya onay vermiş ya da AKP yönetimince haberdar edilmiş ve desteği alınmış olmalıdır.
AKP ve MHP’nin birer parti olarak varlık ve çıkarlarını korumak, pekiştirmek için üzerinde uzlaşacakları “türban meselesi” ve Ergenekon operasyonu, öteki sağ ve merkez sağ partilerin de vermeye istekli olacakları/oldukları destekle birlikte düşünüldüğünde; Türkiye’de Cumhuriyetten hatta İttihat Terakki’den beri modernleşme sürecindeki hegemonik konumunu sürdüren “devletçi seçkin”lerin bu konumlarından uzaklaştırılmalarının işaret fişekleri olarak okunabilir.
İkinci izah biçimi hemen hemen aynı sonuca varmakla birlikte, uzlaşmanın Orduyu da içerdiği, onun en azından zımni onayı -ve belki de desteğiyle- her iki girişimin düğmesine basıldığı varsayımından hareketle yapılabilir. Başbakan Erdoğan’ın diline pelesenk ettiği “türban meselesini kurumsal uzlaşma ile çözmeye çalışıyoruz” cümlesinde geçen “kurum”un, Ordu olduğu aşikar iken; onun ve partisinin, Cumhurbaşkanlığı ve seçim zaferlerine rağmen “kurum”u karşısına alarak böyle çift yönlü bir atağa kalkışmasına her şeyden önce muhafazakârlığı engeldir.
22 Temmuz seçimleri arefesinde, Ordu içinde bağlantıları olduğuna dair kanıtlarla tevkif edilen -Ergenekon ile irtibatlı- VKGB gibi örgütlere ilişkin AKP hükümetinin nasıl bir tutum izleyeceği konusunda Birikim’in 220/221. sayısında yapılan analiz bu noktaya işaret ediyordu:
“AKP, 22 Temmuz’u Türkiye tarihinin kesin bir ileriye yönelik dönüm noktası, demokrasiyi Türkiye halkının gerçek bir edinimi haline getirip pekiştirecek böylesi bir süreç ister mi?
İstemez, daha doğrusu isteyemez, çünkü muhafazakar-demokrat bir oluşum olarak ‘yapısal’ karakteri buna izin vermediği gibi engeldir de. Çünkü, bu partinin Avrupa’dan çok ABD muhafazakarlığına yatkın ve meyilli olup, neo-liberalizmle gayet uyumlu olduğu dikkate alındığında; bu muhafazakarlığın demokratlığını ciddi ölçekte koşullayıp sınırlayacağı açıkça görülür. Bu nedenle AKP’nin sivil-asker bürokrasiden ‘derin devlet’ ve malum çeteler konusunda görebileceği direnci, parlamento ile sınırlı olmayan bir sivil -demokratik- anayasa kampanyası ile aşmak yerine, şimdi elini daha da güçlendirmiş olarak gireceği ‘kurumlar arası’ pazarlık-diplomasi ile zamana yayarak hafifletmek yolunu seçmesi gayet muhtemeldir.” (sayfa 45)
Bu “kurumlar arası arası uzlaşma” 2007 Nisan’ında, o mahut e-muhtıra vakasının ertesinde yapılan Tayyip Erdoğan, Yaşar Büyükanıt görüşmesinden itibaren kotarılmaya başlanmış; Eylül ayındaki K. Irak’a operasyon kararı ile rotasına oturtulup, ABD’den operasyon izni alınırken yapılan pazarlıklar sırasında ABD’nin “katkı”larıyla “boyutlandırılmış” olabilir mi? Muhtemelen böyle işlemiştir süreç.
Eğer durum bu ise -ki kanaatımız böyledir- Türkiye siyasal tarihine yüzyılı aşkındır damgasını vuran mülk-servet sahibi kesimlerin eklektik, “kendiliğinden”ci modernleşme yaklaşımı ile -devlet kaynaklı- imtiyaz ve konum sahibi zümrelerin otoriter -iradeci- modernleş(tir)me tasarımı arasındaki iktidar mücadelesi, bunun yarattığı rejim sorunu, birincilerin ağır bastığı bir -uzlaşma- sentezle sonuçlanmış olmaktadır. Cevdet Paşa’dan Hürriyet ve İtilaf’a, Serbest Fırka’dan DP’ye, AP’den ANAP ve AKP’ye uzanan birinci yaklaşım, dinî- sosyo/kültürel konum ve hassasiyetleri ile mülk ve sermaye sahibi olmanın önceliklerini bağdaştırma temelli bir muhafazakârlığın çeşitli merhalelerden geçen mecrasını oluştururken; II. Mahmut’tan Yeni Osmanlı bürokrasisine, İttihat Terakki’den CHP’ye ve askerî darbelere uzanan otoriter modernleştirme çizgisi ise arkaik bir devlet anlayışını ve bu anlayıştan türetilme idari-siyasî ve toplumsal imtiyazları, üstünlük konumunu koruma odaklı bir muhafazakârlığın, her aşamada cilası dökülen mecrasını oluşturuyordu. Başlangıçtan itibaren, diğerini yok etmek değil, hegemonyasını kalıcılaştırmak, diğerine kabul ettirmek için öne geçme mücadelesi veren bu iki mecra, zaten uzlaşmaz olmayan muhafazakârlıklarının sentezinde birleşip, bundan böyle aynı mecrada akmaya başlamış olmaktadırlar.
Türk -Sünni- burjuva ve bürokrat muhafazakârlıklarının bileşik mecrasının önümüzdeki yıllara yayılacak ilk merhalesi, bu mecranın merkez olarak sınırlarının netleştirilmesi ve tahkimi olacaktır. Artık “devlet”in de sahibi sayılabilecek olan Türkiye burjuvazisi, Türk-Sünni bileşenine Kürt ve Alevi bileşenleri de katarak, mecrasını ve daha ziyade de merkezi genişletmenin son eksiğini de tamamlamaya çalışırken, aynı zamanda da onu bu hegemonik konuma taşımış unsurların bir kısmını da merkezin, hatta mecranın, dışına atmanın vaktinin geldiğini de bilecektir. Dinî hassasiyetleri burjuva -ekonomik- rasyonellerin önüne koyabilecek kadim yol arkadaşlarını -“aşırı dincileri”- tasfiye, belki de üniversitelerde türbanın serbestleştirilmesi uygulamaya sokulduğunda başlatılmış olacak, bunu, artık “devletin sahibi” olarak izin vermeyeceği “kayıt-dışı” ekonomide ısrar edenlere karşı sert müeyyideler izleyecektir.
Muhafazakâr sentezin öbür bileşenin mecra ve merkez tahkiminde üzerine düşen tasfiye görevi ise Ergenekon operasyonu ile zaten yerine getirilmeye başlanmıştır. Bu tasfiyenin halihazır yüksek komuta kadrosunun kimi mensuplarına kadar uzanması beklenemez. Hatta söz konusu örgütün muvazzaf Ordu personeli içindeki “doğal” uzantılarının olabildiği kadar az sayıyla sınırlanarak kesilmesi de herhalde, operasyonun hazırlık safhasından itibaren kararlaştırılmış olmalıdır. CHP Genel Başkanı’nın türban meselesindeki Genelkurmay tavrını yorumlarken söylediği o hayal kırıklığı yüklü “gölge etmesinler yeter” mealindeki ifadeler, onun bile bahsettiğimiz uzlaşma ve kararlaştırmaların farkında hatta bilgisine sahip olduğunun kanıtı sayılmalıdır.
Birikim’in az önce alıntı yaptığımız sayısında, şu andaki Ergenekon operasyonu türünden bir tasfiyenin mutlaka beklenmesi gerektiği belirtilirken, 12 Mart öncesi cuntacılığına uygulanana benzer bir sürecin yaşanabileceğinden söz edilmişti.
“Hatırlanacağı üzre, o dönemde Yüksek Komuta kadrosunun 9 Mart’ta bir darbe için bastıran orta alt kademeyi teskin için 12 Mart muhtırasını verdiği söylenirdi.* Dönemin Yüksek Komuta kadrosu muhtırayı yeterli bulmayan Cuntacıların birkaç sivri ismini derhal tasfiye ettiği gibi, bir yıl geçmeden de Cuntacı örgütlenmelerin asker-sivil en ‘militan’ unsurlarını Madanoğlu ve Bomba davaları ile MİT ‘tezgahları’na ve yargı önüne çekip darmadağın etmişti.” (Birikim 220-221, sayfa 44)
Ordu içindeki sessiz tasfiyenin çapını bilmiyoruz ama sadece bir defaya mahsus olmayıp zamana yayılacağını söyleyebiliriz. Öte yandan, “Ergenekon” örgütü şu anda tutuklanmış olanlarla sınırlı olmadığı gibi “2009’da darbe” için uğraşan tek örgüt de değildir. Kaynağında ateşli bir hümanizmin yer aldığı Jakobenizmin bu ateşini yitirip kömür/cüruf haline gelmiş biçimini temsil eden cuntacılığın, bu durumdaki “doğa”sı gereği, mutlaka birbiriyle rekabet hatta çatışma halinde olan ve ilişki ağları birbirine dolanan en az birkaç odağın kıpraştığı bir nebula ortamı olduğu bilinmelidir. Dolayısıyla şu anda yürütülmekte olan operasyonun takip safhalarında, kamuoyuna aksettirilecek olandan belki yüzlerce kat ilişki, onlarca misli kişi adı, eylem hazırlığı bilgisi edinilmiş olmalıdır. Rejimin muhafazakâr odakları buradan seçtiklerini, Susurluk’ta olduğundan daha dikkatli ve dar bir servis tabağı içinde kamuoyu önüne atmanın kararını şu sıralarda ayarlıyor olmalıdırlar.
Ergenekon operasyonu, Osmanlı son döneminden beri Türk Ordusu’nun taşıyageldiği darbecilik damarının nihayet kesilmesi, kapanması olarak görülebilir mi?
Operasyon az önce belirtilen dar çerçeve ile sınırlı kalsa da, bu soruya evet diyebiliriz. Çünkü darbecilik, esas olarak arkaik bir devlet ve siyaset anlayışından beslendiği, onun olağan siyaset yapma biçim ve yöntemlerinden biri olmasının yanısıra, henüz demokratikleşememiş cumhuriyet rejimlerinde belirli bir idealizm ve erdem örüntüsüyle müdahil olması koşuluyla kendini meşrulaştırabilir. Kabaca 1970’li yıllara kadar darbeciliğin bu ülkede bir siyasal opsiyon olarak yaşayabilmesinin asli nedeni de budur. Bu döneme kadarki darbecilerin, Kuleli Vakası’ndan 9 Martçılar’a kadar, siyasal anlayış ve amaçları ve denli tartışılabilir olsa da; idealizmlerinin sahteliği veya ahlaki düşüklük ve kirlilikleri pek iddia ve ispat edilemezdi.
1980’den itibaren ise darbeciliğin idealizm ve etik/erdem bahsinde tam bir dekadans sath-ı mailine girdiği görülüyor. Cunta üyesi Tahsin Şahinkaya’yı rüşvet ve haraçlarla dünyanın en zengin generalleri arasında gösteren Time dergisinin bu suçlamasına, sadece derginin ülkeye sokulmasını yasaklamakla cevap verebilen darbecilerdi 1980’dekiler. Hapishanelerde, özellikle Diyarbakır’da değme alçakların bile tüylerini ürpertecek, utandıracak zulümlere izin veren riyakarlar, Çatlı, Oral Çelik gibi seri katillere, Çakıcı vs. gibi mafya akrepleri ile iş tutan, onlara koruma sağlayanlar da bunlardı. Suudi-Vahhabi Rabıta örgütünden milyonlarca doları alıp Diyanet teşkilatına veren, zorunlu din dersini ihdas edip, Türk-İslam sentezi ideolojisini besleyip ardından da laiklik savunuculuğu yapmanın ne menem bir idealizm olduğu bahsine girmek bile gereksiz.
“Her on yılda bir darbe” beklentisi 1980’lerin son, 1990’ların ilk yıllarında gerçekleşmedi ise bunun sebebi, artık her türden kirli aracı ve ahlak dışı yöntemi pervasızca uygulayabilecek dereceye düşmüş “darbeci potansiyel”in odağındaki unsurlara dönemin hükümetleri tarafından tam bir serbesti verilmiş olmasıdır. O dönemde ülkenin en kritik sorunu olan Kürt meselesi bağlamında bu darbeci potansiyel, hükümetlerin bu konuda yetkisiz ve aciz olduklarını neredeyse itiraf ettirecek kadar etkin ve belirleyici idi. Kürt sorununa farklı bir yaklaşımın sadece sözünü edebilen Turgut Özal, bundan dolayı da kendisine yapılan ve kılpayı kurtulduğu suikastın üzerine gidemedi. Acemi başbakan Tansu Çiller aynı konuda Bask modeli lafını ağzından kaçırdığına bin pişman olup diyetini o potansiyel darbe eğilimine tam bir serbestlik vermekle ödedi. 1980’lerde kurulan o kirli ilişkiler ağının genişlemesi böylece daha da hızlandı, devlet adına ve devlet kisvesi altında hemen her türlü suçun işlenebildiği bir “derin devlet”, toplumsal ve idari bünyenin içinde bir ur, bir kerpeten gibi işler oldu. Bu urun teşekkülünde en az dahli olan ve o urun kendine karşı harekete geçirilebileceğini pekâlâ bilmesi gereken RP ve lideri Erbakan, buna rağmen, hükümet olduklarının hemen ertesinde Susurluk rezaleti patlak verdiğinde, üzerini örtmek, önemsiz göstermek için herkesten daha fazla gayret gösterebildi. Çünkü bütün bu ölüm listeleri, sayısız faili meçhul cinayet, Yüksekova’daki gibi askerî araçlarla yapılan eroin trafiği ve ticareti, kumarhane, rüşvet ve haraç çeteleri akan milyonlarca dolar ile “derin devlet” örtüsü altındaki ur, darbe potansiyelinin de ta kendisi idi. Darbeye karşı çıkmak ise onun ve temsil ettiği toplumsal-siyasal geleneğin kitabında zinhar yazmıyordu. Yapabileceği yaranmak ve başeğmekti. Susurluk skandalına “fasa fiso” diyerek önce yaranabilmenin gereğini yaptı, ardından da 27 Şubat’ta başı önde hükümet makamından uzaklaştırılacağı anı beklemeye koyuldu.
Bu boynunu bükme, 27 Şubat’ın söz konusu darbe potansiyelinin tüm şirretliği ve gaddarlığı ile “anti-laik” kesim üzerine boşalmasını önlemiş olabilir. Burada o urlaşmış potansiyel, kendini sadece Bay Çevik Bir’in o küstahlık ve ardniyetin buram buram koktuğu “andıç”larda ifade etmekle yetindi.
Şimdi, 2009’da bir darbe ortamı, oluşturmaya hazırlanma iddiasıyla tutuklanan Veli Küçük Susurluk’ta kısmen ifşa olan, ama niteliği de ortaya çıkan o potansiyelin içerdiği hemen tüm melanet ağlarının kavşak noktalarından biri olarak bilindiği, görüldüğü halde “dokunulamadan” günümüze kadar faaliyetlerini sürdürmüştü.** Halen yürütülen operasyon bağlamında onun, aslında 1950’lerde tüm NATO ülkelerinde kurulmuş olup bizde de -Genelkurmaya bağlı olarak- organize edilmiş olan gizli para militer örgütlenmenin önemli bir unsuru olduğu, hesaplarında açığa çıkan milyonlarca doların bu kaynaktan geldiği söyleniyor. Doğruysa, ki kuvvetle muhtemeldir. Bu, onların sıkı, ölmeye ve öldürmeye kilitli milliyetçiliklerine pekâlâ müstehak bir ilişki, bir beslenme kanalıdır. Güç tapınması ve mantığı üzerine kapanmış bu milliyetçiliğin kendinden aşırı güçlü olana tabilikte hiçbir beis görmemesi “doğa”sı gereğidir çünkü. Ama, bir zamanların “kurucu milliyetçiliği”nde barınabilmiş idealizmin peyderpey dökülerek bu kapanış noktasına gelişi, yalnızca bu güç mantığına, gücün en alçakça ve gaddarlıkla kullanılır olmasıyla değil; ahlaki düşüklüğün en alt dereceye inmesiyle de kendini belli eder. Danıştay suikastını “dinciler”e yıkacak biçimde tertiplemek, “yandaş”ı sayılan Cumhuriyet gazetesini aynı izlenimi vermek için bombalatmak gibi namussuzluklar eğer kanıtlanırsa, bu yüzden asla şaşırmayacağız. Tıpkı Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı vb. cinayetlerin de aynı “Ergenekoncular” tarafından işlendiği iddiaları doğrulandığında olduğu gibi.
Başından beri gayet özetle anlattığımız darbeci geleneğin dekadanlaşma sürecinin “Ergenekon” noktasındaki manzarası, eskilerin deyimiyle bir “pislik kemale erdi” durumudur. Sadece kendisinin değil, bulaştığı her yer de ağır bir pislik, çürüme tohumları zerkeden bu dekadan damarın, geleneğin Ordu ile bağının kesilmesi şüphesiz kolay değildir, zamana yayılabilir ama pekâlâ da mümkündür. TC Ordusu küresel kapitalizmin neo-liberal yaklaşımla revize etmekte olduğu ulus-devlet organizasyonlarının merkezî bir kurumu işlevine çekilmeye herhalde hazırdır. Birikim’in daha önceki sayılarında postmodern dönemin devlet ve ordularının hangi mantığa göre ve nasıl bir işlevle yeniden tanzim edileceği/edilmekte olduğuna dair analizler yapılırken; T.C. Ordusu’nun da -mümkün en nötr ifadeyle- bir “güvenlik ihraç eden” kurum/kuruluş olarak, bölge/dünya “pazarı”nda “iş” kovalayacak hale getirilmesine ilişkin çabaların epeydir sürdürüldüğünü de belirtmiştik. TC Ordusu, bu rotaya girmekle kaybettiği siyasal-toplumsal ağırlık ve imtiyazları, böylece profesyonelleşmesinin getireceği nakdi avanajlarla telafi edebileceğini pekâlâ hesaba katabilir.
Ama, halen iler tutar tarafı kalmamış bir “laiklik” ve “Cumhuriyetçilik” adına son, artçı savaşlarını vermekte olan arkaik asker-sivil bürokrat zümrenin diğer bileşenleri ve konumlandıkları kurumların bir kısmı için böylesi potansiyel imkan ve rotalar pek yoktur. Ordunun gözle görülür geri çekilmesiyle kendilerini iyice “ortada bırakılmış” hisseden yüksek yargı bunlardan biridir.
Ani ataklarla değil, ağır ilerleyen bir cephe savaşıyla, sabırla yürütülen kuşatma, sızma manevralarıyla hareket eden Türkiye’nin otantik burjuvazisi; artık sadece yargının kalelerinde direnen yüksek bürokrasiyi kuşatmış olmanın rahatlığı içindedir. Ve daha da önemlisi, yargı bürokrasisinin geldiği noktada o bahsettiğimiz dekadansın pençesine epeyce düşmüş olduğunu da bilmektedir. Kritik önemdeki davalarda verdiği kararlarla hukukun temel değer ve ilkelerine bağlılığı ancak acı tebessümlerin konusu olabilen yüksek yargının, mafyalarla iş tutan üst düzey mensuplarını kollayan, dava sonucu ayarlayan üyelerini bünyesinden atamayan halihazır durumuyla, kurum olarak en büyük gücü olması gereken moral-ahlaki sağlamlık, güvenilirlik görünümünden ne denli uzağa düşmüş olduğu ortadayken; direncinin sürmesi ve ses getirmesi ne kadar beklenebilir ki?
Öyle anlaşılmaktadır ki 2008, 19. yüzyıl sonlarından itibaren başlamış bir dönemin sona erdiği yıl olacaktır. CHP genel başkanı Baykal, şimdi “türban mesele”si vesilesiyle yeni güç ilişkileri ve uzlaşmalar temelinde tanzim olmakta olan toplumsal-siyasal alanda Ordunun gölge bile etmemesini hayal kırıklığıyla ifade ederken, kendisinin ve partisinin de artık birer gölgeden farksız hale geldiklerini haliyle fark edememiş gözüküyor.
Toplumsal-siyasal alanımızda tüm çeşitleriyle hegemonyasını tesis etmiş olmanın kibri ve güveniyle kol gezen muhafazakarlık; temel uzlaşma noktalarını koruyarak bu “gölgeler”le daha bir süre oyalanabilir, oynayabilir. Neo-liberal, milliyetçi, İslamcı ve otoriter muhafazakârlığın kendi içlerinde sürtüşmeleriyle tüm bu alanı kapsayıp, diğer her akım ve eğilimi bu alanın sınırlarına geriletmeyi kesin zaferini sağlamanın koşulu ve gereği de sayabilir. Ama ne söz konusu gölgelerin daha bir süre ortalarda dolaşması ne de muhafazakârlığın nüfuz alanını sonuna kadar genişletmek, ortada devasa bir boşluğun olduğu gerçeğini örtebilir. Muhafazakârlık hamle ettikçe bu gerçek elle tutulurcasına kendini hissettirecektir.
Bu ülkenin ve toplumun kaderi o boşluğun neyle ve nasıl doldurulacağı sorusuna bulunacak pratik cevapla belirlenecektir.
(*) 27 Nisan e-muhtırasının da herhalde işlevi buydu.
(**) Fehmi Koru’nun yalanlanmayan iddiasına göre Veli Küçük, 1980-90’ların neo-liberal Türkiye’sinde başdöndürücü bir hızla, olağanüstü bir servet edinen Hüsnü Özyeğin’in, Yunan Milli Bankası’na sattığı bankasının da ortağıydı. Kendi adına ve -nereden edindiği tahmin edilebilen- kendi parasıyla mı yoksa birilerini temsilen ve onların kasası adına mı, burası meçhul şimdilik.
Yorumlar