Ana içeriğe atla

ŞAŞIRT BENİ (HOPE İS GOOD THİNG...)

Şaşırt Beni! Ama Oyunu kuralına göre oyna!

Şu sıralar en çok duyduğum muhabbetler, güncel sanat ve şaşırma üzerine. Sanatçı ve üretimi karşısında (hatta genelde bu genellikle iş üzerine odaklanıyor.) “Şaşırma” isteği hatta aşırıya kaçarcasına “şok edilme” beklentisi.

Birinin çıka gelip, alıştığımız ve süregelen bir tekrar yoğunluğunu* değiştirmesi, her alanda olduğu gibi sanat diskurunda da beklentilerimizin odağına yerleştirilmiş durumda.

İzleyicinin beklentisi, eleştirmenin beklentisi, galericinin beklentisi, küratörün beklentisi, kuramcının beklentisi…beklenen sanatçı (o da recent yapıtını kendilerine ulaştırıp kenarına çekilmesi için.)

Peki sanatçının beklentilerine ne? Ya da onun beklentisi üzerinden gidebilirmiyiz? Amacım ne? Biraz bu duruma bir sanatçı olarak odaklanıp… Bu beklenti ağını tersinden işletmek, printer’a kağıt sıkıştırmak…oyunu bozmak.


Şaşırtmak, Sarsmak, kitleleri harekete geçirmek. Ne kadar da dünyevi!? Ne kadar da gerçek?! Ama kaçınılmazca yapılması gereken, beklenen. İşte bu düzlemde büyük beklentiler karşısında sanat diskur*unda da aşırı bir hareketlilik havası hakim. Fakat bu hareket, beklentilerin ne yönlere seyredebileceğinin, hararetlice tartışıldığı bir strateji masası oluşturmak (Belki de iklimler üzerinden hareket eden meteroloji masası!) ve diğer masalara alanlara ulaşıp devamlı suretle bir tartışma ortamı yaratmak üzerine odaklanıyor.
Bu kaçınılmaz pozisyon meteorojik etki elbetteki (balkanlar üzerinden gelen bir dalga ile siyasi havanın etkisine girmiş olarak) ülke topraklarında da görülmekte.
Kısacası ülkede görülen durum Paper-work’lu ve siyasi*

Hareketlenme, konuşmalar, sunumlar, konumlandırmalar eşliğinde patlatılan textler, ardı arkasına açılan bloglar olabildiğince sosyolojik ve coğrafi temelli bir stratejiye yoğunlaşırken, güncel sanatçılar da bu ortamdan aldıkları gaz ile kendilerini kamusal zorunluluk ve sorumluluklara yöneltmekteler.
Kimi sanatçıların üretim türlerini, ortam içerisinde kendi sürdürebilirlikleri adına, stratejikçe sosyal projelere, bu bağlamda da “diğerinin meselesi”ne (bkz. Bir sergi adı: somebody else’s problem…) ısrarlı bir yoğunlukla odaklaması, haliyle gündemi oldukça dinamik yoğun, hareketli ve özelliklede sosyal çevresiyle ilişkili bir halde gösterebiliyor. En azından bu ortamdan geriye kalmış kağıtlar ve toplantı masası fotoğraflarından takip ettiğimiz bir hareket fazlasıyla vakur…!

Bu noktada sorulması gereken iki soru var:

1.si illaki kamusal çerçevede potansiyel izleyici, kentli-mahalleli-“geçici geçen kişi*” veya her kimse “oradaki” üzerlerine itelenen sanatsal projeyi veya zorunlu bastırılan ortaklığı nekadar içselleştiriyor? Veya karşılıklı ilk şaşırma tanışma eylemi sonrası bu durumların sürdürülebilirliği paylaşımın yaşatılabilirliği nekadar mümkün olabiliyor?

Daha da ileri gideyim, Mekan sahibi “ora-lı” ile konuk gelen sanatçı (alana yaydığı o şey ile beraber) arasındaki mesafe, acaba sadece güzel fotoğraf veren, üzerine yazılabilen ve olayın hakimi konuk kişi sanatçı ve düşünürü meşru kılan bir geleneğe mi dönüştü? Bu sürdürebilirlik zorlaması geleneklerin, bayramların temellerindeki yatan şeyden yıllar boyu kopup, formalite icabı kutlanır bir pozisyona sürüklenmesi ile bir takım benzerlikler gösteriyor mu acaba?

2.si ise sanat cidden sadece sosyal proje olmak zorundamı?

Bu temeller birkaç yüzyıl önce Oscar Wilde tarafından bile sorgulanan bir mesele aslında. Sanatçıya ise uluslarası yada ulusal, yada kimi yerde lokal, sosyal çevresine duyarlı ve onların içinde veya onlara yol gösterici olarak okunmak bakılmak zorunda mı?
Ondan beklenen, Hem kitleleri harekete geçiren Greenpeace’e destekçi, savaşlara, adaletsizliklere karşı bir pozisyonu sürdürürken, asıl işini yada onun orada olmasını sağlayan eskilerde kalmış müzisyen kimliğinin parsasını yiyen bir “hero” BONO’msu bir rock yıldızı modelini doldurması mı?

(- Aman, sanatçı tavrını yıllar önce rafa kaldırmış,
biraz tekrar şarkılar yapıyor ama olsun.
- Hem bu biraz olsun gözardı edilebilir tabiki de canım.
- O dünyevi önemli meselelerle politikacılardan daha çok eğiliyor gibi.)

Bu bir kitlesel yalan üzerine oynayan bir model mi?

Yada beklentileri sadece bu yönden bakarak karşılamak, hem markete oynayan hemde karşıt nasıl? (Burada Francesco Bonami’nin Bidoun daki yazısına referans verilebilir), sürdürüle gelen bir modelden vazgeçmeksizin şaşırtılmayı beklemek, sanırım sanatçı üzerine yüklenmiş çok ağır bir istek.

- devam edecek-

Önerim ne – samimiyet – kişisellik ve dürüstlük – beraberinde emek…ve kendi meselemize dönme arzusu…
Bu alanın var olabileceğine dair bir umut…

Umut güzel şey…


PART 2:

Bienaller çağı yaşandı, kalabalık grup sergiler çağındayız. günümüzde resindesler ile sanatçıların coğrafi değiş-tokuş larına alıştık bile ve o gezen sanatçılardan lokal bölge üzerine dışardan bakmaları gibi bir beklenti ile onları misafir ediyoruz. Buna çoktan alıştık. Şimdiki moda ise bu programlardaki misafirlerin, sanatın belki daha da kaynaştırıcı olması adına, kitleler arası bir sosyalleşmeyi hedefleyerek, kuramcılar, şehir planlamacıları, mimarlar, edebiyatçılar, herkesin dahil olduğu bir tasarım modeli hakim…Kente ve disiplinler arası ilişkilere yönelik itekleyici bir çaba ile kolektif tartışma ağı üzerinden, coğrafyalar ötesi bir modelde ısrar etmek kimi zaman işlemekte. Fakat Genelde açık stüdyo günlerinde organize edilen kaynaşma partileri bu birlikteliğin odak noktası oluyor.,O derece ki sergilemelerin başına, ortasına ve de sonuna konulan partiler pek moda. Bu oldukça keyifli bir flaneurlük halini, turist olarak gelmenin rahatlığını ve aidiyet hissini evde bırakmış olmanın mutluluğunu çağrıştırıyor olabilir.
Ama gene de sonuçlara bakıldığında kimse şaşırmıyor ve ev sahibi genelde o süreç sonrası çıkan-yaratılmış şeyden pek de memnun gözükmüyor. Oysa o kadar disipliner çaba, o kadar konfor, o kadar eğlence..
-bir sorun mu var acaba kötümü ağırladık ?

-Yok yok sağolun, çok güzel bir tatildi, arkadaşlarda iyiydi ama…

Şöyle bir şey…
Disiplinler arası modelde, herkesin orta kalitede her şeyi yapabilmesi, meşrulaştı. Bunda hiçbir sorunumuz yok. Pek de mutluyuz ve video çekme, yazma, resim yapma ve her şekilde kendimizi ifade etme olanağımız var ve hızlı hareket etmek de zorundayız. Kendi “first aid artist kit”imizi yanımıza da alıp, herhangi bir ülkede ‘survivor’lığa başlayabiliriz. Fakat bu noktada biraz unuttuğumuz bağnaz köklerimize de dönersek: o yasaklı kavram “uzmanlaşma” arzumuzu, çabamızı hatırlayacağız. Bu günümüzde, karşı durduğumuz ve sıkıntılı gördüğümüz akademik kurumsal yapının en önde gelen yasaklı kelimesi. Bu önyargılı kelimeye biraz önyargısızca bakarak bir geri-dönüş yapmamız gerekmekte.

Sanırım, asıl mesele bu kolektif yapıda herkesin kendi uzmanlık alanlarını hatırlaması gerektiğini es geçmemiz de yatıyor. Bu biraz şuna benziyor: disipliner yapıdaki karakterlerin orta kalite ürünlerin bir arada bulunduğu bir mini-gross-market gibi bir içerik taşımaları. Yani ortalama hakim olunan bol alan ve diğer x marka orta kalite markettekilerin hemen hemen benzeri bir ürün çeşidi. Öznel ve kişisel tatların geri plana ötelendiği bir market zincirinin bayileri olarak çakışan model, raflarda yaratılmış promosyonlar dışında sürprizi ne yazık ki pek de barındırmıyor. Tabi sonuç nostaljikçe aranan, tıpkı bakkallar çağında karşılaştığımız gibi, kişisel tarifler ve sadece o alanda karşılaşabileceğimiz, özenle icat edilmiş ekstrem tatlar, ürünler.

Gross-marketler çağında olduğumuzu hatırlayıp bu model içinde uzmanlık ve öznelliği nasıl yerleştirebileceğimize bakalım.

Bu Günümüzde süregelen disiplinlerarası modelde ancak, sözkonusu yapıların içerisindeki, tüm bireylerin kendi kaynak alanlarının (source-ları) kodlarını, güçlü ve devamlılık barındıran verilerle diğer figürlerle iletişime sokması ile mümkün olabilir.Bu onların kişisellikleri genelleştirmeyecek ve onların bireysel ağabeylitylerini, şaşırmayı bekleyen izleyici karşısında artı bir seyir zevkine dönüştürecektir. Fakat bu karakterin bütün bunları, yaptığı işte kendini gösteren, emek ve özveri (baştan savmama, vasatı aşma) ile birlikte ortaya çıkarak gerçekleştirmesi gereklidir.

Borga Kantürk
Temmuz 2006

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

The Language Habitat: an Ecopoetry Manifesto

The Language Habitat: an Ecopoetry Manifesto By James Engelhardt Ecopoetry is connection. It’s a way to engage the world by and through language. This poetry might be wary of language, but at its core believes that language is an evolved ability that comes from our bodies, that is close to the core of who we are in the world. Ecopoetry might borrow strategies and approaches from postmodernism and its off-shoots, depending on the poet and their interests, but the ecopoetic space is not a postmodern space. An ecopoem might play with slippages, but the play will lead to further connections. Ecopoetry does share a space with science. One of the concerns of ecopoetry is non-human nature (it shares this concern with the critical apparatus it borrows from, ecocriticism). It certainly shares that concern with most of the world’s history of poetry: How can we connect with non-human nature that seems so much more, so much larger than ourselves? How can we understand it? One way ...

Art in İsolation Online Exhibition / Santa Clarita

Art in İsolation Exhibition Virtual  Link